adliye teskilati
ADLİYE TEŞKÎLÂTI
Askerî ve sivil dâvalara bakan teşkîlât. Osmanlı Devleti’nde, dâvalara, devletin en yüksek dereceli hâkimleri olan kazaskerler ile onların emrinde çalışan kâdılar tarafından İslam hukukuna göre bakılırdı. Bu bakımdan Osmanlı adliyesi, İslâm adliye teşkilâtının bir numunesi idi.
İslâm adliye teşkilâtının temelleri, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında atıldı. İslâmiyet’ten önce, adaleti te’min edecek bir teşkîlât mevcûd değildi. Bu vazîfe, kabîleler arasında seçilen hakemler tarafından yürütülürdü. Ancak bu hakemler, verilen hükümleri tatbik etme gücünden mahrum olduklarından, kuvvetlinin sözü geçerliydi. İslâmiyet’in gelişiyle, ferdlerin ve kabîlelerin haklarını kendilerinin korumaları usûlü kaldırılıp, bu yetki merkezî bir otoriteye yâni devlet başkanına verildi. Asr-ı saadette, dâvası olan, Resûlullah sallallahü aleyhi veselleme müracaat ederek hallederdi. Bu sebeple, İslâmiyet’te dâvalara, ihtilaflı mes’elelere ilk bakan Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemdir. Peygamber efendimizin hazret-i Ömer, hazret-i Ali gibi Eshâb-ı kiramın büyüklerini dâvalara bakmaları için kâdı olarak tâyin ettiği de olmuştur. Ayrıca Yemen, Umman, Necrân gibi fethedilen yerlere tâyin ettiği vâliler, idarî işlerin yanında adlî işleri de yürütmüşlerdir. Muâz bin Cebel, Ebû Ubeyde bin Cerrah böyle sahâbîlerdendir. Eshâbına gittikleri yerde nasıl hükmedeceklerini de öğreten Peygamber efendimiz, lüzumunda son mercî ve temyiz makamı durumunda idiler.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden sonra Hulefâ-i râşidîn de, adalet işleri ile bizzat ilgilendikleri, baş hâkim durumunda oldukları gibi, muhtelif merkezlere görevli kâdılar ve vâliler de tâyin ettiler. Zaman zaman onlara yazdıkları talimatnamelerde, muhakeme usûlüne dâir mühim kaideler koydular. Hazret-i Ömer’in Basra vâlisi Ebû Mûsel-Eş’arî’ye gönderdiği talimatname bu bakımdan ehemmiyet arz eder. Besmele ile başlayan talimatnamenin bâzı kısımları şöyledir:
“Mü’minlerin emîri, Allahü teâlânın kulu Ömer’den Abdullah bin Kays’a (Ebû Mûsel-Eş’ârî)! Allah’ın selâmı üzerine olsun. Kaza (hüküm vermek) muhakkak ki, muhkem bir vazîfe (farz), tâbi olunan bir âdet (sünnet) tir. Sana getirilen dâvalar üzerinde iyice düşün. Mes’ele senin yanında açıklığa kavuşunca, hükmünü ver ve derhâl icra et. İcra edilmeyen bir hakkın faydası yoktur. Duruşma sırasındaki bakışlarında ve bulunduğun yerlerde adaleti elden koma. Böylece ne zengin, ne fakir, adaletsizliğe uğrayacaklarından korkmasınlar. Dâvayı delil ile isbât etmek, dâvâlıya; yemin, dâvayı red edene düşer. Dâvayı hükme bağladıkdan sonra ertesi gün yanlış hüküm verdiğini anlarsan, seni hiç bir şey Hakk’a dönmekten alıkoymasın. Hakk’a dönmek, hatâda devam etmekten hayırlıdır. Getirilen dâvanın hükmünü Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde bulamazsan, ictihâd et. Kıyas yoluyla, Allahü teâlânın rızâsına uygun düşeceğini umduğun hükmü ver. Beyyine (delîl) getirirse, hakkını alır. Bu mühlet içerisinde delîl getiremeyen, yahut getirmeyenin aleyhine hüküm ver. İftira cezasına çarpılan, yalancı şâhidlikle tanınan ve akraba olanlar müstesna, müslümanlar, biri diğeri hakkında şâhidlikte bulunabilirler. Muhakeme sırasında insanlara karşı gazab ve hiddetten, bağırıp çağırmaktan ve işlerin çokluğundan sıkıntı duymaktan ve ekşi yüzlü olmakdan sakın. Allahü teâlâ, işlerinde rızâsından ayrılmayan kâdıyı insanlar tarafından gelecek tehlikelerden korur. Yaptığı işlere riyâ karıştıran, hüsn-ü niyeti olmayan kâdıyı Allahü teâlâ halk içinde rezîl eder. Allahü teâlâ ihlâs ile yapılan amelleri kabul eder. Allahü teâlânın ihsân buyuracağı mükâfatı ne sanıyorsun?”
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i serîflerden sonra bu talimatname ve benzerleri İslâm muhakeme usûlüne esas teşkil etti. Ayrıca, İslâm adliyesinde kâdı ve diğer hüküm verme mevkiinde olanların dünyevî ve uhrevî müeyyide ve sorumluluklarla murakabe altına alındığı görülür. Nitekim, bir çok büyük âlim, kaza (hüküm verme) işinin ağır mes’ûliyetinden dolayı kabul etmekten çekinmiştir.
Gerek asr-ı saâdetde, gerekse Hulefâ-i râşidîn devrinde adliye alanındaki tatbîkâtlar, sonra gelen İslâm devletlerinde kurulan adlî teşkilâtlara esas olmuştur.
Emevîler ve Abbasîler de Hulefâ-i râşidîn devrindeki prensip ve muhakeme usûlünü tatbik ettiler. Abbasîler devrinde ayrıca, teşkilâtın büyümesi sebebiyle, bugünkü adalet bakanlığına karşılık, kâdılkudâtlık makamı kurulmuştur. İlk defa İmâm-ı Ebû Yûsuf, halîfe Hârûn Reşîd tarafından kâdılkudât olarak tâyin edildi. Bundan sonra başka şehirlere kâdıların tâyin, terfi ve vazifeden alınma işlemleri kâdılkudât tarafından yapılmaya başlandı. İhtiyaç hâlinde büyük şehirlere birden fazla kâdı da tâyin edildi. Bu usûl, Abbâsîlerde muasır ve daha sonraki İslâm devletlerinde de uygulanmıştır.
İslâm devletlerinde kâdının idare ettiği mahkemelerden başka, doğrudan veya kısmen adaleti te’min ile vazifeli teşkilâtlar da vardı. Bunlar: 1- Mezâlim mahkemeleri: Mevki ve nüfuz sahibi kimselerin, haksızlıklarına mâni olmak maksadıyle halîfe veya vezir, emir, vâli adına hüküm veren kâdıların baktığı mahkemelerdir. Halîfe ve vezîrin mahkemede bulundukları da olurdu. 2- Kazasker teşkilâtı: Askerî dâvalara bakardı. 3- Şurta (Polis) teşkilâtı: Mahkemelere yardımcılık yapan, verilen karârı infaz eden şurtanın, zaman zaman kaza (hüküm verme) durumunda bulunduğu zamanlar da olmuştur. Dînî ve sosyal bir vazifesi olan polisin herhangi bir haksızlık ve zulme meydan vermemesi için; âlim, dindar ve erkek olmasına dikkat edilirdi. 4-Hisbe teşkilâtı: Esas vazifesi, emr-i mâruf ve nehy-i anıl münker (iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmek) olup, pek çok vazifesi yanında lüzumunda kuvvet kullanarak mes’elelerl hâlleder, ahlâk ve asayişle ilgili dâvalara bakardı.
Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletlerinde adlî işler kâdılar tarafından yürütülmüş, önceki tatbikatlardan farklı olarak mahkemeler askerî ve sivil olmak üzere iki kısma ayrılmış; askerî mahkemeye kazasker, sivil mahkemelere kâdılkudât bakmıştır.
Hulefâ-i râşidîn devrinden sonra İslâm devletleri arasında müstesna bir yeri olan Osmanlı Devleti ise, her konuda olduğu gibi, adliyesinde de İslâm hukukunun en hassas uygulayıcısı olmuştur. Zulmün payidar olmayacağını, zulüm üzerine kurulan devletlerin pek büyük olsalar da ömürlerinin kısa olacağının idrâkine varan Osmanlılar; “Adalet mülkün esâsıdır (temelidir)” kaidesini kendilerine prensip edinmişlerdi. Bizzat pâdişâhlar, tebeasının karşısında, adalet önünde boyun eğme büyüklüğünü gösterebilmişlerdi. Nitekim seferden dönerken, askerinin, ekinlerini çiğnediklerini şikâyet eden köylüye, Kânûnî Sultan Süleymân; “Peki bizi kime şikâyet edersin” deyince, köylü; “Seni kânuna şikâyet ederiz kânuna” demiş. Bu cevaptan çok memnun olan Kânûnî, böyle tebeası olduğu için Allahü teâlaya hamd etmiştir.
Yalnız insanlara değil, hayvanlara eziyet bile cezaî müeyyidelere bağlanmıştı. Nitekim bir kuşa eziyet ettiği görülen bir kuyumcunun amme suçu işlemekten tevkif edilip, kâdı (hâkim) huzuruna sevk edildiğini, Almanya’nın, Kânûnî Sultan Süleymân nezdindeki fevkalâde büyükelçisi Busbecp, hayretle nakleder. Çünkü Avrupa’da böyle bir şey suç sayılmamaktaydı.
Etrafındaki memleketlerin halkı arasında büyük bir itibâr kazanmış, hattâ balkanlardaki hıristiyanlar, fethe gelen Osmanlı sultanları hakkında; “Bu gelen pâdişâh, âdildir” demişlerdir. Böylece Osmanlı, yüksek adaleti ve müsamahası sayesinde farklı dinlere ve milletlere mensup insanları Osmanlılık çatısı altında birleştirmesini pek iyi bilmiş, altı yüz sene gibi dünyâ târihinde başka hiç bir devlete nasîb olmayan uzun bir ömür yaşamıştır.
Adalet teşkilâtını kurarken önceki İslâm devletlerinden de faydalanan Osmanlı Devleti, daha kuruluşunda İslâm hukukuna göre bu işi sağlam esaslara bağladı. Osman Gâzi, zamanının en tanınmış âlimlerini kâdı olarak tâyin etti. Orhan Gâzi zamanında da bu durum devam etti. Kâdıların her türlü müdâhaleden uzak bir şekilde hüküm vermelerine önem verildi. Kâdı olabilmek için yüksek dînî ilimler ile devrin modern fen bilgilerinin okutulduğu medreselerin yüksek kısmından me’zun olmak şartı vardı. Hükümlerin Hanefî mezhebine göre verilmesi kaide olmakla beraber, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheblerine mensup kimseler de müracaat edebileceğinden, kâdının dört mezhebi iyi bilmesi lâzımdı. Bu îtibârla kâdılar, sahalarında mütehassıs, geniş bilgi ve kültür sahibi kimselerdi. Kâdı, isabetli karar verebilmek için, dâva mevzuunu iyi bilen bir veya bir kaç ehl-i vukûfu beraberinde bulundurur, hükümde yanlışlığa düşmemek için bulunduğu yerin müftîsinden de faydalanırdı. Müftî bir mes’elede dîninin hükmünün ne olduğunu bildirmekle me’mur olduğu hâlde, kâdı verdiği hükmün aynı zamanda uygulayıcısıydı. Bunun için, her kasaba ve şehirde güvenlik ve asayişten sorumlu polis durumunda olan subaşı ve maiyyetindekiler onun emrinde idi. Ayrıca kâdının emrinde mahkemedeki duruşmayı te’min için, getirip götürme işini gören muhzır denen me’murlar vardı. Bununla beraber kâdılar, bulundukları kazanın kaymakamı ve belediye başkanı olarak da geniş salâhiyetlere sahiptiler.
Şikâyeti olanlar, yazılı veya sözlü olarak mahkemeye müracaat ederler, dâva mahkemedeki kâdı siciline işlenir, altına şâhidlerin isimleri de ilâve edilirdi. Kâdı mes’eleyi inceledikten sonra, bir belge hazırlar, mühürleyip, dâva sahiplerine verirdi.
Kâdının verdiği hükmü, bölgenin en büyük âmiri ve hükûmetin temsilcisi olan beylerbeyi ve sancak beyleri bile değiştiremezlerdi. Kâdının verdiği hükmü temyize yetkili tek makam, İstanbul’da bulunan Dîvân-ı hümâyûn idi. Hâkimin karârı hakkında doğrudan Dîvân-ı hümâyûna olduğu gibi, pâdişâha da müracaat edilebilirdi. Yapılan şikâyetler mutlaka kısa zamanda incelenip, netîcelendirilirdi.
Osmanlı mahkemelerinde, adaletin kısa zamanda yerini bulmaması adaletsizlik ve zulüm sayılırdı. Osmanlı adliyesinin bu yönü dünyâca malumdur. Bu hususu yabancılar da îtirâf etmiştir. Meselâ; D’Ohson; “İki veya üç celse (oturum) nâdirdi. Ekserî dâvalar bir celsede hükme bağlanır.” Sir Paul Ricaut; “En mühim dâvalar bir saat içinde hükme bağlanır, hüküm derhâl infaz edilir, Avrupa’da olduğu gibi hükmü gecikdirecek oyunlardan hiç biri tatbik edilmezdi” demektedir.
İstanbul gibi kalabalık yerlerde dâvaların çabuk görülmesi için birden fazla mahkeme bulunurdu. Ayrıca nâib hâkimler geceleyin de dâvalara bakıp hükme bağlarlardı.
Zımmî denen gayr-i müslimler de âmme dâvalarında ve ağır cezaya dâir mevzularda kâdıya götürülürlerdi. Bir müslümanla bir hıristiyan arasındaki dâvaya mutlaka kâdı bakardı. Bununla beraber gayr-i müslimler medenî hukuka dâir aralarındaki ihtilâfları kendi mahkemelerinde halledebilirlerdi. Osmanlılar, devlet güvenliğini ilgilendirmeyen, asayişi bozmayan gayr-i müslimlerin iç mes’eleleri ile uğraşmazdı. Bununla beraber, kendi mahkemelerinin verdiği hükümden razı olmazlarsa, kâdıya müracaat etmekte de serbest idiler. Gayr-i müslimler Osmanlı Devleti’nde bu derece rahat içerisinde yasarken, bu dönemde, XIV. Louis Fransa’sında protestanlar öldürülüp evlerine asker yerleştirilmişti.
Eyâlet, sancak, kazâ ve nahiyelere kadar bütün yerleşim birimlerindeki kâdıların ilk âmiri kazasker idi. Kazasker, Selçuklularda olduğu gibi asker, ordu kâdısı demek olmayıp, ayrıca ordu kâdısı vardı. Birinci Murâd zamanında kurulan kazaskerlik makamına, ilk önce Bursa kâdısı Çandarlı Kara Halîl tâyin edilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed devrinde, kazaskerlik, Anadolu ve Rumeli olmak üzere ikiye çıkarılmıştır. Rumeli kazaskeri, derece îtibâriyle Anadolu kazaskerinden önce gelirdi. On yedinci yüzyıla kadar kazaskerleri vezîriâzam, pâdişâhın tasdiki ile tâyin ediyordu. Bu târihten sonra ise, şeyhülislâmın seçip, vezîriâzamın pâdişâhın tasdikine sunması ile olmuştur. Kazasker, dîvânın üyesi ve devletin en yetkili makamlarından olup, icra ile birlikte muhakeme (yargı) vazifesini de yürütüyordu. Vatandaş dilediği zaman şikâyetlerini buraya yapabilirdi. Dîvânda hukukî dâvalar kazaskerler tarafından bakılırdı. Bu bakımdan Dîvân-ı hümâyûn en yüksek devlet mahkemesi durumunda idi. Kâdıların hükümlerini temyiz yetkisine sâhib idi. Dîvânda verilen kararlar kesin olup derhâl infaz edilirdi. Dîvânda görülen dâvalar, haberli veya habersiz pâdişâh tarafından dinlendiği için, mes’eleler büyük bir dikkatte ele alınırdı. Avrupa topraklarındaki kâdılar, Rumeli; Asya ve Afrika taraflarındakiler de Anadolu kazaskerine bağlı idi.
Kazaskerler Salı ve Çarşamba günleri hâriç, diğer günler konaklarında dîvân kurarak, kendilerini alâkadar eden mes’elelere bakarlardı. Yanlarında işlerini gören tezkereci, rûznâmeci, matlahcı, tatbikçi, mektupçu ve kethüda isimlerini taşıyan altı yardımcısı bulunurdu. Ayrıca muhzır ismi verilen dâvâlı ve dâvâcı kimseleri dîvâna getiren kimseler vardı.
Kâdı ve kazaskerlerden başka sadrâzam, beylerbeyi, sancakbeyi ve asker ağaları da kendileririni ilgilendiren dâvaları dinleyip, adaletin yerini bulmasına yardımcı olurlardı.
Adalet işleri titizlikle yürütülürken, son dönemlerde devletin diğer müesseselerinde olduğu gibi, adliye teşkilâtında da aksamalar görüldü. Bunların giderilmesi için zaman zaman adâlet-nâmeler ve fermanlar çıkarıldı.
1826 yılında Vak’a-yı hayrîyye ile her sahada, bu arada adliye teşkilâtında da ıslâhat hareketleri ve değişiklikler yapıldı. 1837 yılında sultan İkinci Mahmûd zamanında adlî işlere bakmak üzere bugünkü yargıtay ve danıştayın vazifesini gören Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye kuruldu. 1839 yılında Tanzîmât îlân edilince, Tanzîmât fermanının istediği kânun ve nizâmnâmeleri hazırlamak, lüzumlu değişikliklerin yapılması gibi işlere bakmak üzere, ayrıca 1854 yılında Meclis-i Tanzîmât kuruldu. Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyenin adı, Meclis-i ahkâm-ı adliye oldu. 1857 yılında Meclis-i Tanzîmât’a üye olan Ahmed Cevdet Paşa, başkanı olduğu bir komisyon ile birlikte arazi kanunnâmesini hazırladı. Bilâhare bu iki meclis birleştirilerek yine Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adlîye adını aldı. Üç kısmı ihtiva eden bu meclisin idare kısmı, mülkî ve mâlî işlere; adlî kısmı, bazı dâvalara; tanzîmât kısmı ise, kânun ve nizâmnâmelerin tedkîk ve tanzimine bakıyordu. Mecfis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye, 1868 yılında tekrar Şûrâ-yı devlet ve Dîvân-ı ahkâm-ı adliye olmak üzere ikiye ayrıldı. Dîvân-ı ahkâm-ı adliye reisliğine ilk defa Ahmed Cevdet Paşa getirildi. Aynı yıl ismi, Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nezâreti diye değiştirilince, Cevdet Paşa nâzır ünvânını aldı (Bkz. Cevdet Paşa).
Bu sırada büyük bir hukukçu, tarihçi ve devlet adamı olan Cevdet Paşa’nın başkanlığını yaptığı ve devrin önde gelen âlimlerinden teşekkül eden komisyon, mahkemlerde kâdılara (hâkimlere) yardımcı ve kolaylık olmak üzere Mecelle-i ahkâm-ı adliye adı ile ilk Osmanlı medenî kânununu hazırladı.
Mecellemin tedvini bu sırada Fransız medenî kânununun değiştirilerek alınması görüşünde olan Avrupa hayranı Alî Paşa ve tarafdarlarına bir nevî cevap oldu. Mecelle, dünyâ kânun literatürü şaheserlerindendir. Kânun tekniği, kullanılan dilin kudreti ve ihtiyâçlara en iyi şekilde cevap vermesi bakımından hususiyet arz eder. Bilâhare ona şerhler (açıklamalar) yazılmış, bunları okuyan Avrupalılar, İslâm hukukuna ve İslâmiyet’teki sosyal bilgilerin inceliğine ve çokluğuna hayran kalmaktadırlar. Mecelle, Türkiye’de 1926 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyenin diğer kısmı olan Şûrayı devlet, kânun koyucu durumundaydı. 1868’den itibaren îtibârı artmış, 1908 yılında kânun koyma yetkisinin Meclis-i meb’ûsana geçmesiyle ehemmiyetini kaybetmiştir. Cumhuriyet döneminde, kânun koyma vazifesini Büyük Millet Meclisi üzerine almıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 274
2) Türk Hukûk Târihi (C. Üçok, A. Mumcu, Ankara-1982); sh. 215
3) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-6, sh. 134
4) İslâm Adliye Teşkilâtı (F. Atar, Ankara-1988)
5) Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 83
6) The Ottoman Empire (H. İnalcık, London-1973)
Askerî ve sivil dâvalara bakan teşkîlât. Osmanlı Devleti’nde, dâvalara, devletin en yüksek dereceli hâkimleri olan kazaskerler ile onların emrinde çalışan kâdılar tarafından İslam hukukuna göre bakılırdı. Bu bakımdan Osmanlı adliyesi, İslâm adliye teşkilâtının bir numunesi idi.
İslâm adliye teşkilâtının temelleri, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında atıldı. İslâmiyet’ten önce, adaleti te’min edecek bir teşkîlât mevcûd değildi. Bu vazîfe, kabîleler arasında seçilen hakemler tarafından yürütülürdü. Ancak bu hakemler, verilen hükümleri tatbik etme gücünden mahrum olduklarından, kuvvetlinin sözü geçerliydi. İslâmiyet’in gelişiyle, ferdlerin ve kabîlelerin haklarını kendilerinin korumaları usûlü kaldırılıp, bu yetki merkezî bir otoriteye yâni devlet başkanına verildi. Asr-ı saadette, dâvası olan, Resûlullah sallallahü aleyhi veselleme müracaat ederek hallederdi. Bu sebeple, İslâmiyet’te dâvalara, ihtilaflı mes’elelere ilk bakan Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemdir. Peygamber efendimizin hazret-i Ömer, hazret-i Ali gibi Eshâb-ı kiramın büyüklerini dâvalara bakmaları için kâdı olarak tâyin ettiği de olmuştur. Ayrıca Yemen, Umman, Necrân gibi fethedilen yerlere tâyin ettiği vâliler, idarî işlerin yanında adlî işleri de yürütmüşlerdir. Muâz bin Cebel, Ebû Ubeyde bin Cerrah böyle sahâbîlerdendir. Eshâbına gittikleri yerde nasıl hükmedeceklerini de öğreten Peygamber efendimiz, lüzumunda son mercî ve temyiz makamı durumunda idiler.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden sonra Hulefâ-i râşidîn de, adalet işleri ile bizzat ilgilendikleri, baş hâkim durumunda oldukları gibi, muhtelif merkezlere görevli kâdılar ve vâliler de tâyin ettiler. Zaman zaman onlara yazdıkları talimatnamelerde, muhakeme usûlüne dâir mühim kaideler koydular. Hazret-i Ömer’in Basra vâlisi Ebû Mûsel-Eş’arî’ye gönderdiği talimatname bu bakımdan ehemmiyet arz eder. Besmele ile başlayan talimatnamenin bâzı kısımları şöyledir:
“Mü’minlerin emîri, Allahü teâlânın kulu Ömer’den Abdullah bin Kays’a (Ebû Mûsel-Eş’ârî)! Allah’ın selâmı üzerine olsun. Kaza (hüküm vermek) muhakkak ki, muhkem bir vazîfe (farz), tâbi olunan bir âdet (sünnet) tir. Sana getirilen dâvalar üzerinde iyice düşün. Mes’ele senin yanında açıklığa kavuşunca, hükmünü ver ve derhâl icra et. İcra edilmeyen bir hakkın faydası yoktur. Duruşma sırasındaki bakışlarında ve bulunduğun yerlerde adaleti elden koma. Böylece ne zengin, ne fakir, adaletsizliğe uğrayacaklarından korkmasınlar. Dâvayı delil ile isbât etmek, dâvâlıya; yemin, dâvayı red edene düşer. Dâvayı hükme bağladıkdan sonra ertesi gün yanlış hüküm verdiğini anlarsan, seni hiç bir şey Hakk’a dönmekten alıkoymasın. Hakk’a dönmek, hatâda devam etmekten hayırlıdır. Getirilen dâvanın hükmünü Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde bulamazsan, ictihâd et. Kıyas yoluyla, Allahü teâlânın rızâsına uygun düşeceğini umduğun hükmü ver. Beyyine (delîl) getirirse, hakkını alır. Bu mühlet içerisinde delîl getiremeyen, yahut getirmeyenin aleyhine hüküm ver. İftira cezasına çarpılan, yalancı şâhidlikle tanınan ve akraba olanlar müstesna, müslümanlar, biri diğeri hakkında şâhidlikte bulunabilirler. Muhakeme sırasında insanlara karşı gazab ve hiddetten, bağırıp çağırmaktan ve işlerin çokluğundan sıkıntı duymaktan ve ekşi yüzlü olmakdan sakın. Allahü teâlâ, işlerinde rızâsından ayrılmayan kâdıyı insanlar tarafından gelecek tehlikelerden korur. Yaptığı işlere riyâ karıştıran, hüsn-ü niyeti olmayan kâdıyı Allahü teâlâ halk içinde rezîl eder. Allahü teâlâ ihlâs ile yapılan amelleri kabul eder. Allahü teâlânın ihsân buyuracağı mükâfatı ne sanıyorsun?”
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i serîflerden sonra bu talimatname ve benzerleri İslâm muhakeme usûlüne esas teşkil etti. Ayrıca, İslâm adliyesinde kâdı ve diğer hüküm verme mevkiinde olanların dünyevî ve uhrevî müeyyide ve sorumluluklarla murakabe altına alındığı görülür. Nitekim, bir çok büyük âlim, kaza (hüküm verme) işinin ağır mes’ûliyetinden dolayı kabul etmekten çekinmiştir.
Gerek asr-ı saâdetde, gerekse Hulefâ-i râşidîn devrinde adliye alanındaki tatbîkâtlar, sonra gelen İslâm devletlerinde kurulan adlî teşkilâtlara esas olmuştur.
Emevîler ve Abbasîler de Hulefâ-i râşidîn devrindeki prensip ve muhakeme usûlünü tatbik ettiler. Abbasîler devrinde ayrıca, teşkilâtın büyümesi sebebiyle, bugünkü adalet bakanlığına karşılık, kâdılkudâtlık makamı kurulmuştur. İlk defa İmâm-ı Ebû Yûsuf, halîfe Hârûn Reşîd tarafından kâdılkudât olarak tâyin edildi. Bundan sonra başka şehirlere kâdıların tâyin, terfi ve vazifeden alınma işlemleri kâdılkudât tarafından yapılmaya başlandı. İhtiyaç hâlinde büyük şehirlere birden fazla kâdı da tâyin edildi. Bu usûl, Abbâsîlerde muasır ve daha sonraki İslâm devletlerinde de uygulanmıştır.
İslâm devletlerinde kâdının idare ettiği mahkemelerden başka, doğrudan veya kısmen adaleti te’min ile vazifeli teşkilâtlar da vardı. Bunlar: 1- Mezâlim mahkemeleri: Mevki ve nüfuz sahibi kimselerin, haksızlıklarına mâni olmak maksadıyle halîfe veya vezir, emir, vâli adına hüküm veren kâdıların baktığı mahkemelerdir. Halîfe ve vezîrin mahkemede bulundukları da olurdu. 2- Kazasker teşkilâtı: Askerî dâvalara bakardı. 3- Şurta (Polis) teşkilâtı: Mahkemelere yardımcılık yapan, verilen karârı infaz eden şurtanın, zaman zaman kaza (hüküm verme) durumunda bulunduğu zamanlar da olmuştur. Dînî ve sosyal bir vazifesi olan polisin herhangi bir haksızlık ve zulme meydan vermemesi için; âlim, dindar ve erkek olmasına dikkat edilirdi. 4-Hisbe teşkilâtı: Esas vazifesi, emr-i mâruf ve nehy-i anıl münker (iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmek) olup, pek çok vazifesi yanında lüzumunda kuvvet kullanarak mes’elelerl hâlleder, ahlâk ve asayişle ilgili dâvalara bakardı.
Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletlerinde adlî işler kâdılar tarafından yürütülmüş, önceki tatbikatlardan farklı olarak mahkemeler askerî ve sivil olmak üzere iki kısma ayrılmış; askerî mahkemeye kazasker, sivil mahkemelere kâdılkudât bakmıştır.
Hulefâ-i râşidîn devrinden sonra İslâm devletleri arasında müstesna bir yeri olan Osmanlı Devleti ise, her konuda olduğu gibi, adliyesinde de İslâm hukukunun en hassas uygulayıcısı olmuştur. Zulmün payidar olmayacağını, zulüm üzerine kurulan devletlerin pek büyük olsalar da ömürlerinin kısa olacağının idrâkine varan Osmanlılar; “Adalet mülkün esâsıdır (temelidir)” kaidesini kendilerine prensip edinmişlerdi. Bizzat pâdişâhlar, tebeasının karşısında, adalet önünde boyun eğme büyüklüğünü gösterebilmişlerdi. Nitekim seferden dönerken, askerinin, ekinlerini çiğnediklerini şikâyet eden köylüye, Kânûnî Sultan Süleymân; “Peki bizi kime şikâyet edersin” deyince, köylü; “Seni kânuna şikâyet ederiz kânuna” demiş. Bu cevaptan çok memnun olan Kânûnî, böyle tebeası olduğu için Allahü teâlaya hamd etmiştir.
Yalnız insanlara değil, hayvanlara eziyet bile cezaî müeyyidelere bağlanmıştı. Nitekim bir kuşa eziyet ettiği görülen bir kuyumcunun amme suçu işlemekten tevkif edilip, kâdı (hâkim) huzuruna sevk edildiğini, Almanya’nın, Kânûnî Sultan Süleymân nezdindeki fevkalâde büyükelçisi Busbecp, hayretle nakleder. Çünkü Avrupa’da böyle bir şey suç sayılmamaktaydı.
Etrafındaki memleketlerin halkı arasında büyük bir itibâr kazanmış, hattâ balkanlardaki hıristiyanlar, fethe gelen Osmanlı sultanları hakkında; “Bu gelen pâdişâh, âdildir” demişlerdir. Böylece Osmanlı, yüksek adaleti ve müsamahası sayesinde farklı dinlere ve milletlere mensup insanları Osmanlılık çatısı altında birleştirmesini pek iyi bilmiş, altı yüz sene gibi dünyâ târihinde başka hiç bir devlete nasîb olmayan uzun bir ömür yaşamıştır.
Adalet teşkilâtını kurarken önceki İslâm devletlerinden de faydalanan Osmanlı Devleti, daha kuruluşunda İslâm hukukuna göre bu işi sağlam esaslara bağladı. Osman Gâzi, zamanının en tanınmış âlimlerini kâdı olarak tâyin etti. Orhan Gâzi zamanında da bu durum devam etti. Kâdıların her türlü müdâhaleden uzak bir şekilde hüküm vermelerine önem verildi. Kâdı olabilmek için yüksek dînî ilimler ile devrin modern fen bilgilerinin okutulduğu medreselerin yüksek kısmından me’zun olmak şartı vardı. Hükümlerin Hanefî mezhebine göre verilmesi kaide olmakla beraber, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheblerine mensup kimseler de müracaat edebileceğinden, kâdının dört mezhebi iyi bilmesi lâzımdı. Bu îtibârla kâdılar, sahalarında mütehassıs, geniş bilgi ve kültür sahibi kimselerdi. Kâdı, isabetli karar verebilmek için, dâva mevzuunu iyi bilen bir veya bir kaç ehl-i vukûfu beraberinde bulundurur, hükümde yanlışlığa düşmemek için bulunduğu yerin müftîsinden de faydalanırdı. Müftî bir mes’elede dîninin hükmünün ne olduğunu bildirmekle me’mur olduğu hâlde, kâdı verdiği hükmün aynı zamanda uygulayıcısıydı. Bunun için, her kasaba ve şehirde güvenlik ve asayişten sorumlu polis durumunda olan subaşı ve maiyyetindekiler onun emrinde idi. Ayrıca kâdının emrinde mahkemedeki duruşmayı te’min için, getirip götürme işini gören muhzır denen me’murlar vardı. Bununla beraber kâdılar, bulundukları kazanın kaymakamı ve belediye başkanı olarak da geniş salâhiyetlere sahiptiler.
Şikâyeti olanlar, yazılı veya sözlü olarak mahkemeye müracaat ederler, dâva mahkemedeki kâdı siciline işlenir, altına şâhidlerin isimleri de ilâve edilirdi. Kâdı mes’eleyi inceledikten sonra, bir belge hazırlar, mühürleyip, dâva sahiplerine verirdi.
Kâdının verdiği hükmü, bölgenin en büyük âmiri ve hükûmetin temsilcisi olan beylerbeyi ve sancak beyleri bile değiştiremezlerdi. Kâdının verdiği hükmü temyize yetkili tek makam, İstanbul’da bulunan Dîvân-ı hümâyûn idi. Hâkimin karârı hakkında doğrudan Dîvân-ı hümâyûna olduğu gibi, pâdişâha da müracaat edilebilirdi. Yapılan şikâyetler mutlaka kısa zamanda incelenip, netîcelendirilirdi.
Osmanlı mahkemelerinde, adaletin kısa zamanda yerini bulmaması adaletsizlik ve zulüm sayılırdı. Osmanlı adliyesinin bu yönü dünyâca malumdur. Bu hususu yabancılar da îtirâf etmiştir. Meselâ; D’Ohson; “İki veya üç celse (oturum) nâdirdi. Ekserî dâvalar bir celsede hükme bağlanır.” Sir Paul Ricaut; “En mühim dâvalar bir saat içinde hükme bağlanır, hüküm derhâl infaz edilir, Avrupa’da olduğu gibi hükmü gecikdirecek oyunlardan hiç biri tatbik edilmezdi” demektedir.
İstanbul gibi kalabalık yerlerde dâvaların çabuk görülmesi için birden fazla mahkeme bulunurdu. Ayrıca nâib hâkimler geceleyin de dâvalara bakıp hükme bağlarlardı.
Zımmî denen gayr-i müslimler de âmme dâvalarında ve ağır cezaya dâir mevzularda kâdıya götürülürlerdi. Bir müslümanla bir hıristiyan arasındaki dâvaya mutlaka kâdı bakardı. Bununla beraber gayr-i müslimler medenî hukuka dâir aralarındaki ihtilâfları kendi mahkemelerinde halledebilirlerdi. Osmanlılar, devlet güvenliğini ilgilendirmeyen, asayişi bozmayan gayr-i müslimlerin iç mes’eleleri ile uğraşmazdı. Bununla beraber, kendi mahkemelerinin verdiği hükümden razı olmazlarsa, kâdıya müracaat etmekte de serbest idiler. Gayr-i müslimler Osmanlı Devleti’nde bu derece rahat içerisinde yasarken, bu dönemde, XIV. Louis Fransa’sında protestanlar öldürülüp evlerine asker yerleştirilmişti.
Eyâlet, sancak, kazâ ve nahiyelere kadar bütün yerleşim birimlerindeki kâdıların ilk âmiri kazasker idi. Kazasker, Selçuklularda olduğu gibi asker, ordu kâdısı demek olmayıp, ayrıca ordu kâdısı vardı. Birinci Murâd zamanında kurulan kazaskerlik makamına, ilk önce Bursa kâdısı Çandarlı Kara Halîl tâyin edilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed devrinde, kazaskerlik, Anadolu ve Rumeli olmak üzere ikiye çıkarılmıştır. Rumeli kazaskeri, derece îtibâriyle Anadolu kazaskerinden önce gelirdi. On yedinci yüzyıla kadar kazaskerleri vezîriâzam, pâdişâhın tasdiki ile tâyin ediyordu. Bu târihten sonra ise, şeyhülislâmın seçip, vezîriâzamın pâdişâhın tasdikine sunması ile olmuştur. Kazasker, dîvânın üyesi ve devletin en yetkili makamlarından olup, icra ile birlikte muhakeme (yargı) vazifesini de yürütüyordu. Vatandaş dilediği zaman şikâyetlerini buraya yapabilirdi. Dîvânda hukukî dâvalar kazaskerler tarafından bakılırdı. Bu bakımdan Dîvân-ı hümâyûn en yüksek devlet mahkemesi durumunda idi. Kâdıların hükümlerini temyiz yetkisine sâhib idi. Dîvânda verilen kararlar kesin olup derhâl infaz edilirdi. Dîvânda görülen dâvalar, haberli veya habersiz pâdişâh tarafından dinlendiği için, mes’eleler büyük bir dikkatte ele alınırdı. Avrupa topraklarındaki kâdılar, Rumeli; Asya ve Afrika taraflarındakiler de Anadolu kazaskerine bağlı idi.
Kazaskerler Salı ve Çarşamba günleri hâriç, diğer günler konaklarında dîvân kurarak, kendilerini alâkadar eden mes’elelere bakarlardı. Yanlarında işlerini gören tezkereci, rûznâmeci, matlahcı, tatbikçi, mektupçu ve kethüda isimlerini taşıyan altı yardımcısı bulunurdu. Ayrıca muhzır ismi verilen dâvâlı ve dâvâcı kimseleri dîvâna getiren kimseler vardı.
Kâdı ve kazaskerlerden başka sadrâzam, beylerbeyi, sancakbeyi ve asker ağaları da kendileririni ilgilendiren dâvaları dinleyip, adaletin yerini bulmasına yardımcı olurlardı.
Adalet işleri titizlikle yürütülürken, son dönemlerde devletin diğer müesseselerinde olduğu gibi, adliye teşkilâtında da aksamalar görüldü. Bunların giderilmesi için zaman zaman adâlet-nâmeler ve fermanlar çıkarıldı.
1826 yılında Vak’a-yı hayrîyye ile her sahada, bu arada adliye teşkilâtında da ıslâhat hareketleri ve değişiklikler yapıldı. 1837 yılında sultan İkinci Mahmûd zamanında adlî işlere bakmak üzere bugünkü yargıtay ve danıştayın vazifesini gören Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye kuruldu. 1839 yılında Tanzîmât îlân edilince, Tanzîmât fermanının istediği kânun ve nizâmnâmeleri hazırlamak, lüzumlu değişikliklerin yapılması gibi işlere bakmak üzere, ayrıca 1854 yılında Meclis-i Tanzîmât kuruldu. Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyenin adı, Meclis-i ahkâm-ı adliye oldu. 1857 yılında Meclis-i Tanzîmât’a üye olan Ahmed Cevdet Paşa, başkanı olduğu bir komisyon ile birlikte arazi kanunnâmesini hazırladı. Bilâhare bu iki meclis birleştirilerek yine Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adlîye adını aldı. Üç kısmı ihtiva eden bu meclisin idare kısmı, mülkî ve mâlî işlere; adlî kısmı, bazı dâvalara; tanzîmât kısmı ise, kânun ve nizâmnâmelerin tedkîk ve tanzimine bakıyordu. Mecfis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye, 1868 yılında tekrar Şûrâ-yı devlet ve Dîvân-ı ahkâm-ı adliye olmak üzere ikiye ayrıldı. Dîvân-ı ahkâm-ı adliye reisliğine ilk defa Ahmed Cevdet Paşa getirildi. Aynı yıl ismi, Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nezâreti diye değiştirilince, Cevdet Paşa nâzır ünvânını aldı (Bkz. Cevdet Paşa).
Bu sırada büyük bir hukukçu, tarihçi ve devlet adamı olan Cevdet Paşa’nın başkanlığını yaptığı ve devrin önde gelen âlimlerinden teşekkül eden komisyon, mahkemlerde kâdılara (hâkimlere) yardımcı ve kolaylık olmak üzere Mecelle-i ahkâm-ı adliye adı ile ilk Osmanlı medenî kânununu hazırladı.
Mecellemin tedvini bu sırada Fransız medenî kânununun değiştirilerek alınması görüşünde olan Avrupa hayranı Alî Paşa ve tarafdarlarına bir nevî cevap oldu. Mecelle, dünyâ kânun literatürü şaheserlerindendir. Kânun tekniği, kullanılan dilin kudreti ve ihtiyâçlara en iyi şekilde cevap vermesi bakımından hususiyet arz eder. Bilâhare ona şerhler (açıklamalar) yazılmış, bunları okuyan Avrupalılar, İslâm hukukuna ve İslâmiyet’teki sosyal bilgilerin inceliğine ve çokluğuna hayran kalmaktadırlar. Mecelle, Türkiye’de 1926 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyenin diğer kısmı olan Şûrayı devlet, kânun koyucu durumundaydı. 1868’den itibaren îtibârı artmış, 1908 yılında kânun koyma yetkisinin Meclis-i meb’ûsana geçmesiyle ehemmiyetini kaybetmiştir. Cumhuriyet döneminde, kânun koyma vazifesini Büyük Millet Meclisi üzerine almıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 274
2) Türk Hukûk Târihi (C. Üçok, A. Mumcu, Ankara-1982); sh. 215
3) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-6, sh. 134
4) İslâm Adliye Teşkilâtı (F. Atar, Ankara-1988)
5) Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 83
6) The Ottoman Empire (H. İnalcık, London-1973)