akincilar
AKINCILAR
Osmanlı Devlet teşkilâtı içinde sınır bölgelerinde düşman memleketlerine ânî baskınlar tertipleyerek yıpratma harekâtında bulunan hafif süvari gruplarına verilen isim. Akıncılar, bâzılarının zannettikleri gibi yağma gayesiyle düşman içine giren ve talanla hayatlarını geçiren serseriler topluluğu değildi. Pekçoğu Avrupa ve balkan dillerini bilen akıncılar, akın yapmakla kalmayıp, aynı zamanda düşmanın durumunu, yolları ve kuvveti hakkında bilgi toplamak gibi istihbarat görevini de yerine getirirlerdi. Bu görevlerini esâsa bağlayan kânunları vardı.
Akıncılar, Türk ırkındandı. Devşirme, Arnavut ve Boşnak gibi müslüman kavimler alınmazdı. Akıncı olmak için Osmanlı Türkü olmak şarttı. İlk zamanlar, akıncı beylerinin çoğunluğu Osman Gâzi’nin yoldaşları olan kumandanların çocukları idi. Akıncı beyleri, istediklerini ocağa alır, istediklerini çıkarırlardı. Dîvân-ı hümâyûn bu işe hiç karışmazdı. Akıncı beyleri fevkalâde selâhiyetlere sâhib olup, doğrudan doğruya sultandan emir alırlardı. Rütbeleri sancak beyi derecesindeydi. Akıncı eri, canını yüzlerce defa çekinmeden ortaya koyduğu için, diğer bir çok ocağın subayından imtiyazlıydı. Onun için akıncılara “fedaî, dalkılıç, serdengeçti, deli” gibi isimler verilirdi. Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Doğrudan doğruya bey’in rızâsı gerekliydi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebeb olabilirdi. Çok sür’at-i intikâl, seri hareket, harikulade süvarilik, fevkalâde silâhşorluk vasıfları olmayan, akıncılığa kabul edilmezdi. Şimdiki askerî teşkilâttaki komando birliklerine benzeyen akıncılık, ekseriya babadan oğula geçerdi. Akıncılar düşman arazisini dolaşıp, orduya yol açarlar ve kurulması muhtemel pusuları ânî, süratli hareketleri ile bozarlardı. Düşman topraklarına girecekleri zaman, arka arkaya kademe hâlinde bir kaç bölüme ayrılırlardı. İlk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman kuvveti çıkarsa, arkadaki kuvvet yetişerek ona yardım ederdi. Hücumları pek âni ve sert olduğundan hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırdı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububatın muhafazası, yerli halktan aldıkları esirler vasıtasıyla düşman hakkında haber toplamak ve köprü, geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da esas vazifeleri arasında idi. Akıncılar genellikle ordudan 4-5 günlük mesafede önden giderler ve vazifelerini yerine getirirlerdi. Bindikleri atlar da, akıncıların bu hızlı hayatlarına uygun, dayanıklı ve sür’atli olanlardan seçilirdi. Sefere çıkarken yedekte 4-5 at götürürler ve yorulan atları konak yerlerinde bırakırlar, dönüşte bıraktıkları atlara ganimetlerini yüklerlerdi.
Akıncı birliklerinde on akıncıya onbaşı, yüz akıncıya subaşı, bin akıncıya da binbaşı kumanda ederdi. Bu kumanda zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan akıncı beyi tamamlardı. Bir harekâtın akın ismini alabilmesi için o sefere akıncı beyinin katılması gerekirdi. Aksi takdirde bu harekâta akın denmezdi. Akıncılar, merkezî bir tarzda idare olunmayıp sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkîlâtlanırlardı. Her mıntıkanın kumandanı ayrı olup, akıncılar mensub oldukları kumandanların sülâle ismiyle anılırlardı. Bunların en meşhurları Malkoçoğlu akıncıları, Turhanlı akıncıları, Mihalli akıncılarıydı. Bunlardan Malkoçoğlu Silistre’de, Turhanlı Mora’da, Mihalli ise Sofya ve Semendre bölgelerinde bulunurdu. Osmanlı Devleti’nde ilk akıncı beyi Evranos Bey’dir. Zikredilen akıncı aileleri ise sonraki akınlarda meşhur olmuşlardır.
Akıncıların en önemlileri dalkılıç ve serdengeçti adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların fedaî kısmıydı. Bunların düşman içine dalmak ve mahsur bulunan bir kaleye girmek gibi çok zor görevleri vardı ve geri dönme ihtimâlleri çok azdı. Onları bu işi yapmaya sevk eden Allah yolunda cihâd yapma arzusu idi. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman bu vazifeyi yapanlar ordudan ayrılır, düşmanı sağ, sol ve arka cihetinden vurmak üzere îcâb eden yere kadar giderler ve şiddetli şekilde düşman saflarına girince, düşman şaşkınlıktan bozguna uğrar, maneviyâtı bozulurdu. Napolyon bu konu hakkında şöyle demektedir: “Osmanlı askerini dalkılıç olmağa mecbur edecek kadar sıkıştırmak elvermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış bir kaç yüz adam meydana çıkarsa, mağlûb olmamak mümkün değildir.” Kalelere girmek gerektiği zaman bunlar gece vakti merdiven kurarak kaleye girerler ve bu sayede fethine muvaffak olunmayan bir kalenin ele geçirilmesini sağlarlardı.
Düşmanın iktisadî ve manevî yapısını alt üst ederek, savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan akıncıların akın tekniği şöyle idi: Akıncı ordusu, belirli bölümlere ayrılır, onlar da gene belirli yerlerde daha küçük birliklere bölünerek yollarına devam ederlerdi. Her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar önceden kararlaştırılırdı. Dönüşte birlikler gene belirli yerlerde fakat daha önce ayrıldıkları mevkilerde olmamak üzere birleşirler ve tekrar tek bir ordu hâline gelip Türk topraklarına dönerlerdi. Bu durum, düşman ülkesini korku içinde bırakırdı. Yıldırımlar ve kasırgalar gibi esip geçen akıncıların nerede ve ne zaman bulundukları ve bulunacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı.
Devlet tarafından akıncıların isimleri, eşkâlleri ve içlerinde tımara sâhib olanların listelerine âit defterler tutulurdu. Defterler iki nüsha olarak tanzim edilir, biri merkezdeki Defterhâne’de, diğeri akıncıların bulundukları eyâlet veya sancak kâdılıklarında muhafaza edilir, böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akın sonunda şehîd ve mâlül olanların yerine çevik, iyi süvari ve kuvvetli gençler akıncı kaydedilirdi.
Akıncılara tahsis edilen belirli bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetin 1/5’ini pençlik resmi (humusunu) olarak verdikten sonra kalanla geçimlerini te’min ederlerdi (Bkz. Ganimet). Bâzılarının ise tımarları vardı. Sefere çıkarlarken düşman hududuna kadar yetecek yiyecek verilir, daha sonrasını kılıçlarıyla te’min ederlerdi. Akıncılar arasında kıdemli ve seferlerde yararlılık gösteren Tımarlı ve Tavcılar grubu bulunurdu. Tavcılar aynı zamanda kazalarda çerilerin başıydılar. Bunlara sefer emri gelince, emirleri altındakileri toplayıp akına katılırlardı.
Osmanlı Devleti’ndeki akıncıların sayısı kat’i olarak ortaya konulmamakla beraber, onbeşinci asır ortalarına kadar sayılarının 40.000 olduğunu târihî kaynaklar yazmaktadır. Birinci Kosova Savaşı’nda akıncı mevcudunun 20.000 olduğu kayıtlıdır.
Türk târihinin en büyük akınlarından biri olan 1479 Erdel akınına 43.000 akıncı katılmıştır. Bölgedeki altın ve gümüş mâdenlerinin ele geçirilmesini hedef alan bu akında, akıncıların başında tam on İki akıncı beyi bulunmuştu. Bu akında, 43,000 akıncıdan 20.000’i Macar ovasının zümrüt renkli topraklarında şehîd oldu. Macarlar burada, batı kaynaklarının bile nefretle bahs ettikleri bir vahşette bulundular. Şehîdlerin cesetlerini parçalayarak dans etmek gibi zulüm yaptılar.
1559 senesindeki bir yoklamaya göre Turhanlı akıncılarının sayısı 7000 civârında tesbit edilmiştir. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın Budin ve Avusturya seferlerinde Mihallı akıncılarının sayısı 50.000 olarak devrin târihî kaynaklarına geçmiştir.
Osmanlı ordusunun öncü kuvveti olan akıncılar, 1595 senesinde sadrâzam Sinân Paşa’nın Eflak seferindeki hatâsına kadar güçlerini korumuşlardı. Sinân Paşa devlete karşı isyân eden Romanya voyvodası Mihail üzerine 100.000 kişi ile sefere çıktı. Romanya’ya giren Osmanlı ordusu karşısına çıkmaktan çekinen Mihail geri çekildi. Sinân Paşa isyânı bastırdığını zan ederek geri dönmeye başladı. Bu sırada Mihail, Osmanlı ordusunun hareketlerini günü gününe haber alıyor, yirmi dört saatlik bir mesafeden tâkib ediyordu. 1595 senesi Ekim ayının on dokuzunda Targovişte’ye girip, şehri savunan üç bin beş yüz Türk’ten Ali Paşa, Koçu Bey ve diğer yüksek rütbeli subayları ateşte pişirdikten sonra yiyen Mihail ve maiyyeti, geri kalan Türkleri kazığa oturttular. Bu sırada Sinân Paşa Tuna’nın kuzey kıyısına varmıştı. Ordunun ve ağırlıkların karşıya geçmesi üç gün ve üç gece sürecekti. Ordunun ardını korumakla görevli akıncılar en son köprüyü geçecekler ve sonra köprüyü havaya uçuracaklardı. Bu geçişi uzak bir yerden seyreden Mihail, köprüden akıncılar geçerken, top ateşi açtırdı. Akıncıların can vermeden silâhlarını teslim etmemelerinin ocaklarının geleneği olduğunu bilen voyvoda Mihail, epey uzun olan köprü üzerinden akıncıları Tuna sularına dökmek istiyordu. Bir kaç top mermisi köprüye isabet edince tahta köprü çöktü ve binlerce akıncı, Tuna dalgalarına gömüldüler. Henüz karşıya geçemeyen bir kaç bin akıncı ise düşman kılıçları altında şehîd oldular. Böylece Türk akıncı ocağı, bir daha altından kalkamıyacağı bir darbe yedi. Bu seferde büyük zâyiât veren akıncıların sayısı 1625’deki kayıtlara göre üç bine inmiştir. Vaziyet bu duruma gelince, devlet yeni tedbirler almak mecburiyetinde kalmış ve kalelerdeki serhat kulu teşkilâtı takviye edilerek hudutların korunması bu teşkîlâta verilmiş, diğer taraftan da Kırım ordusundan akınlarda faydalanma yoluna gidilmiştir. Fakat Kırımlılar, Osmanlı akıncı ruhuna sâhib olamadıkları için, onlar kadar başarılı olamamışlardır.
Akıncı kânununa göre, eğer bir akıncı beyi bir şehri fethederse, buradaki gayrimenkuller pâdişâha (devlete) âid olurdu. Beylere de bu bölgenin köyleri tımar olarak dağıtılırdı. Umumiyetle akıncı beyleri de tımardan elde ettikleri gelirleri, hayır müesseseleri kurarak buralara vakfederlerdi.
Akıncıların kullandıkları silâhlar da sür’atle hareket etmelerine mâni olmayacak şekildeydi. En çok kullandıkları silâhlar, kılıç, kalkan, pala, mızrak ve bozdoğan denilen başı yuvarlak kısa saplı bir cins topuzdu. Bunların zırh kullananları oldukça azdır.
FİLEK KALESİNİN FETHİ!..
Macaristan’ın Osmanlı idaresinde kaldığı yüz elli sene içindeki Budin vâlilerinin en meşhuru, Sokullu Mehmed Paşa’nın amcası oğlu olan Mustafa Paşa’dır. Kale ve palangaların akıncı yiğitleri arasında Paşa Baba diye meşhur olmuştu. Kapısında bine yakın şehbaz yiğit beslerdi. Bir bora, bir kasırgaya benzeyen bu serdengeçtiler, bir çok kale ve palanga fethetmişlerdi. Bunların içinde Filek kalesinin fethi ise, eşsiz bir kahramanlık destanıdır.
Filek kalesi, yüksek ve kayalık bir tepenin üstünde kartal yuvası gibiydi. Bu kaleyi top ile yıkmak, taarruz ederek almak mümkün değildi. Mustafa Paşa’nın akıncılarının arasında Demirbaş Hasan isimli yirmi beş yaşlarında tığ gibi bir delikanlı vardı. Bir gün Demirbaş Hasan, yanına kırk seçme akıncı alarak Filek kalesini feth etmek için yola çıktı. Gece vakti kale önlerine varan kırk akıncı, kalenin karşısındaki bir kayanın tepesine tırmandılar. Üç-dört merdiveni kuşakları ve iplerle sıkıca bağlıyarak bulundukları yerden bir mazgal deliğine uzattılar. En önde Demirbaş Hasan vardı.
Mazgal deliği bir insan geçebilecek genişlikte idi. Fakat tunç bir topun namlusu bu mazgalı tıkamıştı. Topun ağırlığı sekiz yüz okka kadar idi. Demirbaş Hasan hiç tereddüd etmeden, Allahü teâlâya sığınarak, besmele çekti. Geniş pençeleri ile mazgal deliğinin iki kenarına yapıştı, çelik kaburgalı göğsünü topun namlusuna dayadı. Altı, yalçın kayalık ve uçurum idi. Ayaklarını merdivene basıp, kollarını gerince sekiz yüz okkalık topu geriye doğru ittirdi. Birinci hamlede, topun namlusunun ağzı kalenin dış duvarı hizasına kadar içeri girmişti. Demirbaş Hasan bu sefer, namluya başını dayayarak, ikinci hamlede koca topu mazgalın ağzından uzaklaştırdı. Açılan mazgal deliğinden başta Demirbaş Hasan olmak üzere kırk akıncı kaleye girdiler.
Türk akıncılarını birden karşısında gören kâfirler, uzun süre kendilerine gelemediler. Bu fırsattan yararlanan akıncılar, “Allah Allah!” nidaları ile kısa zamanda kaleyi fethettiler. Bu, cihân târihinde eşine rastlanmayan bir kahramanlık vak’asıdır.
AKINCILAR
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle...
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan;
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Birgün dolu dizgin boşanan atlarımızla,
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla.
Cennet’te bugün gülleri açmış görürüz de,
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
Osmanlı Devlet teşkilâtı içinde sınır bölgelerinde düşman memleketlerine ânî baskınlar tertipleyerek yıpratma harekâtında bulunan hafif süvari gruplarına verilen isim. Akıncılar, bâzılarının zannettikleri gibi yağma gayesiyle düşman içine giren ve talanla hayatlarını geçiren serseriler topluluğu değildi. Pekçoğu Avrupa ve balkan dillerini bilen akıncılar, akın yapmakla kalmayıp, aynı zamanda düşmanın durumunu, yolları ve kuvveti hakkında bilgi toplamak gibi istihbarat görevini de yerine getirirlerdi. Bu görevlerini esâsa bağlayan kânunları vardı.
Akıncılar, Türk ırkındandı. Devşirme, Arnavut ve Boşnak gibi müslüman kavimler alınmazdı. Akıncı olmak için Osmanlı Türkü olmak şarttı. İlk zamanlar, akıncı beylerinin çoğunluğu Osman Gâzi’nin yoldaşları olan kumandanların çocukları idi. Akıncı beyleri, istediklerini ocağa alır, istediklerini çıkarırlardı. Dîvân-ı hümâyûn bu işe hiç karışmazdı. Akıncı beyleri fevkalâde selâhiyetlere sâhib olup, doğrudan doğruya sultandan emir alırlardı. Rütbeleri sancak beyi derecesindeydi. Akıncı eri, canını yüzlerce defa çekinmeden ortaya koyduğu için, diğer bir çok ocağın subayından imtiyazlıydı. Onun için akıncılara “fedaî, dalkılıç, serdengeçti, deli” gibi isimler verilirdi. Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Doğrudan doğruya bey’in rızâsı gerekliydi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebeb olabilirdi. Çok sür’at-i intikâl, seri hareket, harikulade süvarilik, fevkalâde silâhşorluk vasıfları olmayan, akıncılığa kabul edilmezdi. Şimdiki askerî teşkilâttaki komando birliklerine benzeyen akıncılık, ekseriya babadan oğula geçerdi. Akıncılar düşman arazisini dolaşıp, orduya yol açarlar ve kurulması muhtemel pusuları ânî, süratli hareketleri ile bozarlardı. Düşman topraklarına girecekleri zaman, arka arkaya kademe hâlinde bir kaç bölüme ayrılırlardı. İlk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman kuvveti çıkarsa, arkadaki kuvvet yetişerek ona yardım ederdi. Hücumları pek âni ve sert olduğundan hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırdı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububatın muhafazası, yerli halktan aldıkları esirler vasıtasıyla düşman hakkında haber toplamak ve köprü, geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da esas vazifeleri arasında idi. Akıncılar genellikle ordudan 4-5 günlük mesafede önden giderler ve vazifelerini yerine getirirlerdi. Bindikleri atlar da, akıncıların bu hızlı hayatlarına uygun, dayanıklı ve sür’atli olanlardan seçilirdi. Sefere çıkarken yedekte 4-5 at götürürler ve yorulan atları konak yerlerinde bırakırlar, dönüşte bıraktıkları atlara ganimetlerini yüklerlerdi.
Akıncı birliklerinde on akıncıya onbaşı, yüz akıncıya subaşı, bin akıncıya da binbaşı kumanda ederdi. Bu kumanda zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan akıncı beyi tamamlardı. Bir harekâtın akın ismini alabilmesi için o sefere akıncı beyinin katılması gerekirdi. Aksi takdirde bu harekâta akın denmezdi. Akıncılar, merkezî bir tarzda idare olunmayıp sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkîlâtlanırlardı. Her mıntıkanın kumandanı ayrı olup, akıncılar mensub oldukları kumandanların sülâle ismiyle anılırlardı. Bunların en meşhurları Malkoçoğlu akıncıları, Turhanlı akıncıları, Mihalli akıncılarıydı. Bunlardan Malkoçoğlu Silistre’de, Turhanlı Mora’da, Mihalli ise Sofya ve Semendre bölgelerinde bulunurdu. Osmanlı Devleti’nde ilk akıncı beyi Evranos Bey’dir. Zikredilen akıncı aileleri ise sonraki akınlarda meşhur olmuşlardır.
Akıncıların en önemlileri dalkılıç ve serdengeçti adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların fedaî kısmıydı. Bunların düşman içine dalmak ve mahsur bulunan bir kaleye girmek gibi çok zor görevleri vardı ve geri dönme ihtimâlleri çok azdı. Onları bu işi yapmaya sevk eden Allah yolunda cihâd yapma arzusu idi. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman bu vazifeyi yapanlar ordudan ayrılır, düşmanı sağ, sol ve arka cihetinden vurmak üzere îcâb eden yere kadar giderler ve şiddetli şekilde düşman saflarına girince, düşman şaşkınlıktan bozguna uğrar, maneviyâtı bozulurdu. Napolyon bu konu hakkında şöyle demektedir: “Osmanlı askerini dalkılıç olmağa mecbur edecek kadar sıkıştırmak elvermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış bir kaç yüz adam meydana çıkarsa, mağlûb olmamak mümkün değildir.” Kalelere girmek gerektiği zaman bunlar gece vakti merdiven kurarak kaleye girerler ve bu sayede fethine muvaffak olunmayan bir kalenin ele geçirilmesini sağlarlardı.
Düşmanın iktisadî ve manevî yapısını alt üst ederek, savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan akıncıların akın tekniği şöyle idi: Akıncı ordusu, belirli bölümlere ayrılır, onlar da gene belirli yerlerde daha küçük birliklere bölünerek yollarına devam ederlerdi. Her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar önceden kararlaştırılırdı. Dönüşte birlikler gene belirli yerlerde fakat daha önce ayrıldıkları mevkilerde olmamak üzere birleşirler ve tekrar tek bir ordu hâline gelip Türk topraklarına dönerlerdi. Bu durum, düşman ülkesini korku içinde bırakırdı. Yıldırımlar ve kasırgalar gibi esip geçen akıncıların nerede ve ne zaman bulundukları ve bulunacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı.
Devlet tarafından akıncıların isimleri, eşkâlleri ve içlerinde tımara sâhib olanların listelerine âit defterler tutulurdu. Defterler iki nüsha olarak tanzim edilir, biri merkezdeki Defterhâne’de, diğeri akıncıların bulundukları eyâlet veya sancak kâdılıklarında muhafaza edilir, böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akın sonunda şehîd ve mâlül olanların yerine çevik, iyi süvari ve kuvvetli gençler akıncı kaydedilirdi.
Akıncılara tahsis edilen belirli bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetin 1/5’ini pençlik resmi (humusunu) olarak verdikten sonra kalanla geçimlerini te’min ederlerdi (Bkz. Ganimet). Bâzılarının ise tımarları vardı. Sefere çıkarlarken düşman hududuna kadar yetecek yiyecek verilir, daha sonrasını kılıçlarıyla te’min ederlerdi. Akıncılar arasında kıdemli ve seferlerde yararlılık gösteren Tımarlı ve Tavcılar grubu bulunurdu. Tavcılar aynı zamanda kazalarda çerilerin başıydılar. Bunlara sefer emri gelince, emirleri altındakileri toplayıp akına katılırlardı.
Osmanlı Devleti’ndeki akıncıların sayısı kat’i olarak ortaya konulmamakla beraber, onbeşinci asır ortalarına kadar sayılarının 40.000 olduğunu târihî kaynaklar yazmaktadır. Birinci Kosova Savaşı’nda akıncı mevcudunun 20.000 olduğu kayıtlıdır.
Türk târihinin en büyük akınlarından biri olan 1479 Erdel akınına 43.000 akıncı katılmıştır. Bölgedeki altın ve gümüş mâdenlerinin ele geçirilmesini hedef alan bu akında, akıncıların başında tam on İki akıncı beyi bulunmuştu. Bu akında, 43,000 akıncıdan 20.000’i Macar ovasının zümrüt renkli topraklarında şehîd oldu. Macarlar burada, batı kaynaklarının bile nefretle bahs ettikleri bir vahşette bulundular. Şehîdlerin cesetlerini parçalayarak dans etmek gibi zulüm yaptılar.
1559 senesindeki bir yoklamaya göre Turhanlı akıncılarının sayısı 7000 civârında tesbit edilmiştir. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın Budin ve Avusturya seferlerinde Mihallı akıncılarının sayısı 50.000 olarak devrin târihî kaynaklarına geçmiştir.
Osmanlı ordusunun öncü kuvveti olan akıncılar, 1595 senesinde sadrâzam Sinân Paşa’nın Eflak seferindeki hatâsına kadar güçlerini korumuşlardı. Sinân Paşa devlete karşı isyân eden Romanya voyvodası Mihail üzerine 100.000 kişi ile sefere çıktı. Romanya’ya giren Osmanlı ordusu karşısına çıkmaktan çekinen Mihail geri çekildi. Sinân Paşa isyânı bastırdığını zan ederek geri dönmeye başladı. Bu sırada Mihail, Osmanlı ordusunun hareketlerini günü gününe haber alıyor, yirmi dört saatlik bir mesafeden tâkib ediyordu. 1595 senesi Ekim ayının on dokuzunda Targovişte’ye girip, şehri savunan üç bin beş yüz Türk’ten Ali Paşa, Koçu Bey ve diğer yüksek rütbeli subayları ateşte pişirdikten sonra yiyen Mihail ve maiyyeti, geri kalan Türkleri kazığa oturttular. Bu sırada Sinân Paşa Tuna’nın kuzey kıyısına varmıştı. Ordunun ve ağırlıkların karşıya geçmesi üç gün ve üç gece sürecekti. Ordunun ardını korumakla görevli akıncılar en son köprüyü geçecekler ve sonra köprüyü havaya uçuracaklardı. Bu geçişi uzak bir yerden seyreden Mihail, köprüden akıncılar geçerken, top ateşi açtırdı. Akıncıların can vermeden silâhlarını teslim etmemelerinin ocaklarının geleneği olduğunu bilen voyvoda Mihail, epey uzun olan köprü üzerinden akıncıları Tuna sularına dökmek istiyordu. Bir kaç top mermisi köprüye isabet edince tahta köprü çöktü ve binlerce akıncı, Tuna dalgalarına gömüldüler. Henüz karşıya geçemeyen bir kaç bin akıncı ise düşman kılıçları altında şehîd oldular. Böylece Türk akıncı ocağı, bir daha altından kalkamıyacağı bir darbe yedi. Bu seferde büyük zâyiât veren akıncıların sayısı 1625’deki kayıtlara göre üç bine inmiştir. Vaziyet bu duruma gelince, devlet yeni tedbirler almak mecburiyetinde kalmış ve kalelerdeki serhat kulu teşkilâtı takviye edilerek hudutların korunması bu teşkîlâta verilmiş, diğer taraftan da Kırım ordusundan akınlarda faydalanma yoluna gidilmiştir. Fakat Kırımlılar, Osmanlı akıncı ruhuna sâhib olamadıkları için, onlar kadar başarılı olamamışlardır.
Akıncı kânununa göre, eğer bir akıncı beyi bir şehri fethederse, buradaki gayrimenkuller pâdişâha (devlete) âid olurdu. Beylere de bu bölgenin köyleri tımar olarak dağıtılırdı. Umumiyetle akıncı beyleri de tımardan elde ettikleri gelirleri, hayır müesseseleri kurarak buralara vakfederlerdi.
Akıncıların kullandıkları silâhlar da sür’atle hareket etmelerine mâni olmayacak şekildeydi. En çok kullandıkları silâhlar, kılıç, kalkan, pala, mızrak ve bozdoğan denilen başı yuvarlak kısa saplı bir cins topuzdu. Bunların zırh kullananları oldukça azdır.
FİLEK KALESİNİN FETHİ!..
Macaristan’ın Osmanlı idaresinde kaldığı yüz elli sene içindeki Budin vâlilerinin en meşhuru, Sokullu Mehmed Paşa’nın amcası oğlu olan Mustafa Paşa’dır. Kale ve palangaların akıncı yiğitleri arasında Paşa Baba diye meşhur olmuştu. Kapısında bine yakın şehbaz yiğit beslerdi. Bir bora, bir kasırgaya benzeyen bu serdengeçtiler, bir çok kale ve palanga fethetmişlerdi. Bunların içinde Filek kalesinin fethi ise, eşsiz bir kahramanlık destanıdır.
Filek kalesi, yüksek ve kayalık bir tepenin üstünde kartal yuvası gibiydi. Bu kaleyi top ile yıkmak, taarruz ederek almak mümkün değildi. Mustafa Paşa’nın akıncılarının arasında Demirbaş Hasan isimli yirmi beş yaşlarında tığ gibi bir delikanlı vardı. Bir gün Demirbaş Hasan, yanına kırk seçme akıncı alarak Filek kalesini feth etmek için yola çıktı. Gece vakti kale önlerine varan kırk akıncı, kalenin karşısındaki bir kayanın tepesine tırmandılar. Üç-dört merdiveni kuşakları ve iplerle sıkıca bağlıyarak bulundukları yerden bir mazgal deliğine uzattılar. En önde Demirbaş Hasan vardı.
Mazgal deliği bir insan geçebilecek genişlikte idi. Fakat tunç bir topun namlusu bu mazgalı tıkamıştı. Topun ağırlığı sekiz yüz okka kadar idi. Demirbaş Hasan hiç tereddüd etmeden, Allahü teâlâya sığınarak, besmele çekti. Geniş pençeleri ile mazgal deliğinin iki kenarına yapıştı, çelik kaburgalı göğsünü topun namlusuna dayadı. Altı, yalçın kayalık ve uçurum idi. Ayaklarını merdivene basıp, kollarını gerince sekiz yüz okkalık topu geriye doğru ittirdi. Birinci hamlede, topun namlusunun ağzı kalenin dış duvarı hizasına kadar içeri girmişti. Demirbaş Hasan bu sefer, namluya başını dayayarak, ikinci hamlede koca topu mazgalın ağzından uzaklaştırdı. Açılan mazgal deliğinden başta Demirbaş Hasan olmak üzere kırk akıncı kaleye girdiler.
Türk akıncılarını birden karşısında gören kâfirler, uzun süre kendilerine gelemediler. Bu fırsattan yararlanan akıncılar, “Allah Allah!” nidaları ile kısa zamanda kaleyi fethettiler. Bu, cihân târihinde eşine rastlanmayan bir kahramanlık vak’asıdır.
AKINCILAR
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle...
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan;
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Birgün dolu dizgin boşanan atlarımızla,
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla.
Cennet’te bugün gülleri açmış görürüz de,
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.