sultan abdulhamid han-i
ABDÜLHAMÎD HAN-I
Babası.................... : Ahmed Han-IIl
Annesi.................... : Râbia Şermi Sultan
Doğumu.................. : 20 Mart 1725
Vefâtı..................... : 7 Nisan 1789
Tahta Geçişi............ : 21 Ocak 1774
Saltanat Müddeti..... : 15 sene
Halîfelik Sırası......... : 92
Osmanlı pâdişâhlarının yirmi yedincisi ve İslâm halîfelerinin doksan ikincisi. Sultan üçüncü Ahmed’in oğlu, sultan dördüncü Mustafa’nın babasıdır. 20 Mart 1725 yılında Topkapı Sarayı’nda dünyâya gelmiştir. Annesi Râbia Şermi Sultan’dır. Küçük yaşından îtibâren, zamanın büyük âlimleri tarafından ilim öğretildi. Zamanlarını namaz kılarak, cenâb-ı Hakk’ı zikr ile geçirir, elinden Kur’ân-ı kerîmi düşürmez, halk arasında kerâmetlerinden bahsedilirdi. Her yaptığını Allah için yapardı. Günlerini sarayda geçirir, târih üzerine derinlemesine bilgi edinirdi. Şehzâdeliği sırasında ne öğrenmiş ise, pâdişâhlığında o bilgiler ışığında hareket edecek, üç kıt’ada toprakları olan büyük bir devleti idare edecekti. Bu güç iş, büyük bir bilgi ve tecrübe yığını ile mümkün olabilirdi. Tecrübe dışında, bilgi sahibi olmak için bütün şartlar mevcûd idi. Akıllı, zekî, ileri görüşlü, kültürlü, gayretli bir şehzâde olan ve iyi bir din eğitimi gören şehzâde Abdülhamîd, ağabeyi sultan üçüncü Mustafa Han’ın 21 Ocak 1774 târihinde vefâtıyla Osmanlı tahtına oturdu. Henüz kırk dokuz yaşında idi ve Osmanlı Devleti’ne eski gücünü kazandırmak azmiyle doluydu. Fakat Osmanlı Devleti’nin en karanlık bir devresinde sultan olmuştu. Ruslar, Avusturyalılar, İranlılar her taraftan topraklarımıza saldırıyordu. Ayrıca tecrübeli sadrâzam ve devlet adamlarının yokluğu vardı...
Tahta çıktığı günlerde, devlet erkanı ve onlara katılan büyük bir kalabalıkla Eyyûb Sultan’a ziyarete gelen sultan birinci Abdülhamîd Han, mihmandâr-ı Resûlillah Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârî’nin (radıyallahü anh) huzurunda, dînine, vatanına ve milletine hizmet edebilmesi, müslümanların rahatı için uzun uzun duâ etti. Allahü teâlâya yalvardı, gözyaşı döktü. Cenâb-ı Hak’dan, en çok sevdiği Peygamberinin, Eshâb-i kiramın, Ehl-i beytin hatırı için istedi...
Birinci Abdülhamîd Han, sultan olduğu sırada kuzeyde daha önce başlayan Osmanlı-Rus savaşı bütün şiddetiyle devam ediyordu. Ordularımız fazla bir varlık gösteremiyor ve geri çekiliyordu. Çünkü yeniçeri teşkîlâtı iyice bozulmuş, pâdişâh ve komutanlara eski itaati kalmamıştı. Rus çariçesi ikinci Katerina, mareşal Peter Aleksandroiv Romanzov başkomutanlığındaki büyük bir orduyu Tuna boyunda, her geçen gün arkadan taze kuvvet göndererek, çarpıştırıyordu. Romanzov, düşmanının karşısında eski cesareti gösteremeyen yeniçerileri mağlûb ede ede Şumnu’ya doğru ilerliyordu. Maksadı, Osmanlı ordusuyla, Varna arasındaki yolu kesip ikmâl yollarını tıkamaktı. Başkumandan sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa, yeniçeri ağası Yeğen Mehmed Paşa’ya; “Bre Paşa! Romanzov keferesinin niyeti bizi kapana kıstırmaktır. Yanına lüzumu kadar asker al, Kozluca’ya doğru yürü. Onları, biz gelene kadar oyala!..” dedi. Yeğen Mehmed Paşa, düşman öncülerini karşılamak üzere Abdullah Paşa’yı vazifelendirdi. Türk öncü kuvvetleri ihtiyatsız ilerliyorlardı. Bir derede yürürlerken ansızın Ruslarla karşılaştılar. Abdullah Paşa’nın tedbirsiz hareketi yüzünden bu birlik, adetâ imha edildi. Pek çoğu şehîd olmuştu. Kurtulanlar Kozluca’ya doğru geri çekildi. Kozluca’da da tutunamayan Yeğen Mehmed Paşa’nın kuvvetleri dağıldı. Böylece Romanzov, Varna ile sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa arasına girmiş oluyordu. Sadrâzamın yanında sâdece on İki bin kişilik bir kuvvet kalmıştı. Bununla, Rus ordusuna karşı durmak mümkün değildi. Sadrâzam, çaresizlik içinde durum muhakemesi yaparken, Rus ordu komutanından bir elçi geldi. Barış teklif ediyordu. Zîrâ, Rus ordusu da uzun zamandan beri devam eden savaşlarda güç durumda kalmıştı. Fakat bu savaşın galibi onlardı. Muhakkak ki, yapılacak andlaşma aleyhimize olacaktı.
Baş murahhaslığa tâyin edilen sadâret kethüdası Resmî Ahmed Efendi, yardımcısı Reisülküttâb İbrâhim Münib Efendi ile birlikte bir hey’et hâlinde Rus ordusunun Küçük Kaynarca’daki karargâhına gittiler. İki gün süren görüşmeler 21 Temmuz 1774’de bitti. Yapılan andlaşmada Kırım, Osmanlı Devleti’nden ayrılıyor, bağımsız oluyordu. Bir çok kaleler de Ruslara verilecekti. Osmanlı ülkesinde yaşayan azınlıkların himâyesi de Ruslara âit olacaktı. Ayrıca Ruslara tazmînat ödenecekti. (Bkz. Küçük Kaynarca Andlaşması). Tamâmiyle aleyhimize olan bu andlaşmaya çok üzülen sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa hastalandı. On beş gün sonra vefât etti.
Küçük Kaynarca andlaşmasının ağırlığını arttıran en önemli madde, Rusların Türk topraklarındaki Ortodoks hıristiyanlar üzerinde bir çeşit himaye hakkı iddiasında bulunabilecek tarzda hazırlanmış olanıdır. Andlaşmadan hemen sonra Avusturya, Osmanlı Devleti’nin zor durumundan faydalanarak Boğdan beyliğine bağlı Bukovina’yı 1775’de işgal etti.
Saltanatının başında böylesine üzücü bir durumu kabul ederek barışı sağlayabilen Abdülhamîd Han, savaş zamanında devletin çeşitli bölgelerinde çıkan isyânları bastırmak ve askerî sahada ıslâhatta bulunmak durumundaydı.
Abdülhamîd Han, kapıkulunun bâzı ocaklarının ıslahı için Fransa’dan mühendisler getirtti. Mühendishâne-i bahr-i hümâyûnu (Devlet Deniz Mühendishânesi’ni) kurdurdu. Burada Baron de Tott ile İngiliz asıllı müslüman Kampel Mustafa ve bâzı Fransızlar ders verdiler. Tophâne nâzırı Emîn Ağa zamanında Fransızların yardımıyle sür’at topçuları ocağı geliştirildi. Metruk hâldeki İbrâhim Müteferrika matbaasını tekrar açtırdı. 1784’de açılan istihkâm okulunda Fransız De la Fayette’nin yanında Gelenbevî İsmâil Efendi ve Kasabzâde İbrâhim Efendi çalıştılar.
Diğer taraftan Anadolu’da çeşitli karışıklıklar çıkmıştı. Her vilâyette bir eşkıya hüküm sürüyordu. Hele kapısız levent denilen binlerce âsî, Anadolu’yu yakıp yıkıyordu. İsyanları bastırmada kaptân-ı derya Cezâyirli Hasan Paşa ve ıslâhat işlerinde sadrâzam Halil Hâmid Paşa, pâdişâha yardımcı oldular. Şam ve Mısır’da isyânlar çıktı. Hicaz’da ayaklanmalar birbirini tâkib etti. İranlılar Osmanlı topraklarına saldırarak çarpışmalara sebeb oldular. İranlıların bu tecâvüzleri üzerine Musul vâlisi Hasan Paşa, aşîret beylerini de yanına alarak, 22 Nisan 1777 de, Osmanlı-İran hududundan 13 saat içeride bulunan Bâne hâkimi Salih Han’ı Mağlûb etti. Üç saat süren muhârebede 10 top ele geçirdi. Kasabayı da yağma ettikten sonra Sîne hâkimi Hüsrev Han kumandasındaki 20 bin kişilik İran ordusuna karşı gönderdiği Çarhçı Mehmed Paşa 5 Mayıs 1777 de parlak bir zafer kazandı. Sîne zaferi diye anılan bu savaşta iki bin İran askeri öldürülmüştür.
Küçük Kaynarca andlaşmasıyla, Osmanlılarla Ruslar arasında tam bir sulh te’min edilememişti. Yalnız bir çeşit mütâreke hâsıl olmuştu. Bu andlaşma her iki tarafı da tatmin etmiyor, Osmanlılar olsun, Ruslar olsun Kırım üzerinde daha çok hakka sâhib olmak istiyorlardı. Nitekim Kırım’da bağımsızlık ilân edildiğinde, Ruslar, asker sevkedip kendi adamlarından Şahin Giray’ı han seçtirdiler. Böylece Kırım hanının tâyininde çıkan anlaşmazlık iki devleti yeni bir savaşa götürürken, Fransızların yardımıyla Haliç’teki Aynalıkavak Kasrı’nda 10 Mart 1779’da bir andlaşma imzalandı. Küçük Kaynarca andlaşmasının bâzı maddeleriyle ilgili olan bu andlaşma, Aynalıkavak Tenkihnâmesi adıyla anılır. Tenkihnâmeye göre, Kırım bağımsız kalacak ve Ruslar buradan askerlerini çekecek; buna karşılık, Osmanlılar da Şâhin Giray’ın hanlığını kabul edeceklerdi.
Kafkas sınırındaki Rus faaliyetlerinin artmasını, Osmanlı Devleti için büyük tehlike olarak gören birinci Abdülhamîd Han, Kafkasya’nın bâzı bölgelerini Türk nüfuzu altına almayı tasarladı. Bu sebeple Soğucak ve Anapa kalelerini tahkim ettirdi. Buradaki Çerkez kabîlelerini medenî bir hâle sokmaya çalıştı.
Şuursuz olarak Rus taraftarlığı yapan Şâhin Giray aleyhinde Kırım’da isyân çıkınca, Ruslar asker göndererek her tarafı yakıp yıktılar. Binlerce müslümanı katlettikten sonra, Kırım’ı yine Şâhin Giray’a bırakarak geri çekildiler. Daha sonra yeni bir bahaneyle tekrar Kırım’a girerek 1784’de memleketi Rusya’ya bağladılar.
Bu sırada Avrupa’da siyâsî dengeler değişmişti. Fransa, Rusya ve Avusturya birbirlerine yanaşmış, Prusya ile İngiltere de Osmanlı tarafını tutmuşlardı. Böylece Avrupa’da bir denge kurulmuştu.
Bu durum Koca Yûsuf Paşa’nın sadârete getirilmesine kadar devam etti. Yeni sadrâzam, Kırım’ın kaybı sebebiyle İstanbul’da duyulan heyecanı yatıştırmaya çalışıyordu. Bu esnada aldıkları yerleri kâfi görmeyen Ruslar, Petersburg’da Avusturya ile yaptıkları bir görüşme neticesinde Rum projesi adını verdikleri bir anlaşma yaptılar. Buna göre aldıkları Osmanlı topraklarını aralarında paylaşacaklardı. Eflak, Bulgaristan, Trakya ve İstanbul civarı Ruslara, Küçük Eflak, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Mora, Sırbistan tarafları da Avusturya’ya bırakılacaktı.
Rusya, Osmanlı Devleti’ne önce, Kafkas kabîleleri, Gürcistan, Eflak-Boğdan ve Tuna civarındaki Kazakların durumu ile Karadeniz ticâretini yeniden görüşmeyi teklif etti. Görüşmeler devam ederken, İskenderiye’deki Rus konsolosunun Çerkez Kölemen beylerini Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtması netîcesinde, 1787’de Rusya’ya harb îlânına karar verildi. 27 Temmuz 1787’de İstanbul’daki Rus elçisi çağrılarak bir nota verildi. 13 Ağustos 1787’de de Rusya’ya harb ilân edildi.
Donanma, kaptân-ı derya Cezâyirli Gâzi Hasan Paşa kumandasında Karadeniz’e açıldı. Hasan Paşa, emrindeki komutanlarına; “Güngörmüş gâzilerim! Din ve devlet nâmına can verecek zamandır. Bu seferde, ya düşman hakkından gelir gâzi oluruz veya şehâdete ereriz! Bunun için de ben, ev halkıma veda ettim ve borçlarımı ödeyerek sefere çıktım. Eğer içinizde ölümden korkanlar varsa, şimdiden kendilerine izin vereceğim. Yok eğer cenk sırasında gayretsizlik edip, emrimi dinlemeyenler olursa, bunlar için emân yoktur. Gayreti görülenler, fazlasıyla mükâfatlandırılacaktır!...” dedi. Leventler, büyük bir coşku ile; “Emrinden ayrılmayız, Paşa Baba!” dediler. Nihayet Rusların idaresi altındaki kılburun kalesine hücum ile 1787-1792 Osmanlı-Rus savaşı başlamış oldu.
Avusturyalılar da savaş açmadan Belgrad ve Sırbistan’a taarruz ettilerse de bir sonuç alamadılar. Bu vaziyet karşısında, Osmanlı Devleti İki düşmanla birden savaşmaya mecbur kaldı.
Serdâr-ı ekrem sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, önce Avusturya derdini hâlletmek istiyordu. Pâdişâh’ın emriyle orduyu Sofya üzerinden Bosna’ya doğru hareket ettirdi. Lazarathâne isimli mevkide Avusturya ordusuyla karşılaşan Memiş Paşa’nın süvarileri, şiddetli bir hücumla Avusturya ordusunu istihkâmlarından söktü. İki yüz bin kişilik koca bir orduya sâhib olan Avusturya kralı ikinci Josef, ordusunu Muhadiye boğazına doğru çekti. Muhadiye boğazı, çok sarp ve geçilmesi, zapt edilmesi zor bir yerdi. Aynı zamanda Tameşvar eyâletinin kilit noktası sayılırdı. Ortasından bir de nehir geçiyordu.
Serdâr-ı ekrem sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, serasker Cenaze Hasan Paşa ve diğer komutanlarıyla hareket tarzını istişare ettikten sonra, evvelâ boğazın iki tarafındaki tabyaların zaptına karar verdi... Üç gün süren çarpışmada Avusturya ordusunun yarısından fazlası kılıçtan geçirildi. Muhadiye boğazında tutunamayan ikinci Josef, Şebeş boğazına doğru perişan bir hâlde kaçtı. Bozguna uğrayan ordusundan ancak seksen binini toparlayabilen Kral, Şebeş’de Osmanlı ordusuyla tekrar çarpışmaya başladı. Fakat yenilmekten kurtulamadı ve kaçmak zorunda kaldı. Uzun zamandır Avusturyalılar, böyle bir mağlûbiyete uğramamıştı. Bu gazâda seksen top, elli bin esir ve pek çok mühimmat ele geçti. 21 Eylül 1788’de kazanılan zafer üzerine sultan Abdülhamîd Han’a “Gâzi” ünvânı verildi. Bu zaferin hâtırasına türküler söylenip dilden dile günümüze kadar geldi.
Sadrâzam Yûsuf Paşa ordusuyla Kırım’a doğru hareket etti. Bu sırada Ruslar, içinde ancak yirmibeşbin kadar mücâhidin bulunduğu Özi kalesine saldırmışlardı. Özi’yi müdâfâ eden kahraman gâziler, târihte ender rastlanan bir mücâdele veriyorlar, yüz elli bin civarındaki Rus askerini kaleye sokmamaya çalışıyorlardı. Kaptân-ı deryâ Hasan Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması Özi yakınlarına gelmişti. Fakat kale, Karadenize akan Özi suyu kenarında bulunuyordu. Büyük gemilerin nehirde hareket edememesi, içeriye çekilen hafif Rus filosuna hücumu zorlaştırıyordu. Karaya oturan üç gemiyi kurtarmaya çalışan leventler şiddetli bir Rus taarruzuna tutuldular. On beş gemi harab olurken çok sayıda asker şehîd oldu. Günlerce süren çarpışmalarda gerek Özi müdafileri, gerek karadan ve denizden gönderilen imdat kuvvetlerimizde yiyecek bir şey kalmadı. Serdâr-ı ekrem Koca Yûsuf Paşa, çaresiz kalmış İstanbul’dan zahire ve mühimmat istemişti. Hava şartları elverişsiz olduğundan, donup ölenlerin haddi hesabı yoktu. Buna rağmen Osmanlı yiğitleri Özi’yi vermemek için canla başla çarpışıyor, İstanbul’dan gelecek yardımı ümid ile bekliyorlardı. Fakat Özi’de bir Rus hayranı hâin, kalenin; “Su kapısı” tarafında askerlerin çok az olduğunu, buradan şiddetli bir baskınla kaleye girebileceklerini gizlice bildirdi. Bu haberi alan Rus komutanı Potemkin, askerinin büyük bir kısmını buradan hücuma geçirdi. İki ateş arasında kalan müdâfîlerin büyük bir kısmı kanlarının son damlasına kadar kahramanca çarpışarak şehîd oldular. Portemkin, üç gün Özi’nin yağmalanmasını ve yaralı askerlerden, Özi’de yerleşmiş halktan kime rastlarlarsa öldürülmesini emretti. Ruslar, bu katliam sırasında ihtiyar, kadın, çocuk tanımamışlar, vahşice yakıp yıkmışlar, insanlığın yüz karası olacak bir alçaklıkla, canlı-cansız her şeyi mahvetmişlerdi... Sultan Abdülhamîd Han, aldığı haberlere çok üzülüyor, vatanından koparılan bir karış toprak, yüreğinden de bir şeyler koparıyor içi kan ağlıyordu. 6 Nisan 1789 günü sadrâzam Koca Yûsuf Paşa’dan bir mektup geldiğini öğrendi, Çok heyecanlandı. Ayakta bekliyor, bir an önce açılıp okunmasını arzu ediyordu. Lala; “Destur buyurursanız Hünkârım, sadâret kâimesini (raporunu) okumak dileriz!” dedi. “Tez okuyasın Lala! Seni dinliyoruz...” diye emr etti. Lala, mektubu okumaya başladı; “Bütün müslümanların merhametli halîfesi, yeryüzündeki bütün Türklerin en büyük Sultânı! Es-Sultân İbn-üs-Sultân Gâzi Abdülhamîd Han hazretlerine! Üzülerek arza cür’et eyleriz ki, Karadeniz’in kuzey ucundaki Özi kalemiz sükût etmiş, düşmüştür... Potemkin nâm moskof prensi, kalede mevcûd yirmi beş bin müslümânı bilâ istisna, katleylemiş, çocuk, yaşlı, hâmile, emzikli demeden cümlesini şehîd eylemiştir!..” cümlesine gelindiğinde, vatanperver pâdişâhın merhametli ve nâzik kalbi acıyla burkuldu. Sanki yerinden sökülüp alınmıştı. “Bre nâmerdler!.. Bre mel’unlar!..” diyerek moskofa olan kinini belirtti. Lala, okumaya devam ediyordu; “Katerina’dan emir alan bu kâfir insan kasabı, karşı koymaya çalışan delikanlı ve oğlancıklarımızı diri diri ateşe atmış, can havliyle kaçışanları dahi kızgın demirle şişletmiştir!..” cümleleri okunurken Pâdişâh, bu acıya dayanamadı ve; “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resulün” diyerek Kelime-i şehâdet getirdiği esnada olduğu yere yığılıp kaldı. Nüzül, felç olmuştu.
Acele hekimbaşı Gevrekzâde Hasan Efendi’yi çağırdılar. Hekimbaşı, muayene etti. Üzüntüye sebebiyet vermemek için nüzulü, nezle ile te’vil etmek suretiyle; “Şevketlü Sultânım! Allahü teâlâya hamd olsun ki, fazla bir şeyiniz yok. Bir parça nezle olmuşsunuz!..” diyerek teselli vermek istedi. Fakat çok zekî, hassas ruhlu pâdişâh durumu anlamıştı. Derin bir yeis içinde hekimbaşının yüzüne baktı ve tane tane; “Hasan Efendi! Bir hoşça bak!.. Bu, bana son hizmetindir!.. Efendini elinden aldırdın!..” deyince, Hasan Efendi ağlamaya başladı.
Çocuklarını istedi. Onlarla vedâlaştı. On yaşlarında olan şehzâde Mustafa ve henüz dört yaşlarında olan şehzâde Mahmûd’un gözlerinden öptükten sonra; “Yavrularım! Sizi, cenâb-ı Hakk’a emânet ettim, iki cihânda yüzünüz ak ola!..” diyerek duâ eyledi. Sanki bu ikisinin ilerde kendisi gibi sultan olacağına işaret etmişti!..
Diğer Osmanlı sultanları gibi kalbi merhamet ve şefkatle dolu olan birinci Abdülhamîd Han, din kardeşlerine yapılan zulüm ve işkencelere dayanamadığından o gece sabaha karşı vefât eyledi. Altmış dört yıllık hayâtında Allah için yaşamış, her yaptığını Allah için yapmış ve Allah’a kavuşmak için sevinç içinde vefât, etmişti... Kalbi İslâm için çarpardı. Peygamber efendimizi ve Ehl-i beytini çok sever, onlara ve Hicaz bölgesinde yaşayanlara husûsî imtiyazlar verirdi. Haremeyn-i şerîfeyne (Mekke ve Medîne’ye) hizmeti gâye edinmişti. Tebeasına şefkatli, iyi bir baba idi. Annesi Râbia Sultân’ın ruhu için 1778’de Beylerbeyi’nde bir câmi, muvakkıthâne, hamam ve sıbyan mektebi, Medîne-i münevverede medrese, Emirgan’da câmi, Eminönü’nde bugünkü IV. Vakıf hanın yerinde büyük bir imâret (aş evi) ve yanında çeşme, sebil, sıbyan mektebi, medrese, türbe ve bir kütüphâne inşa ettirmiştir. Kütüphânedeki kitaplar Süleymâniye Kütüphânesi’ne aktarılmıştır. Medrese de bugün borsa olarak kullanılmaktadır. IV. Vakıf hanın inşâsında imârethâne ile Çeşme ortadan kaldırılmış, sebil de Gülhâne parkı karşısındaki Zeyneb Sultan Câmii köşesine nakledilmiştir. Beylerbeyi iskele meydanı, Havuzbaşı, Araba meydanı, Çınarönü ve Çamlıca Kısıklı meydanlarına çeşme, Beylerbeyi (İstavroz) Câmii’ni tamir, Emirgan’da Abdullah Paşa (Emîrgûreoğlu) yalısının çevresine bir câmi, çeşme, hamam ve dükkanlar yaptırmıştır. Ayrıca hanımı Hümâşah Sultan ile oğlu Mehmed için bir çeşme, İstinye Neslişah Câmii yanında bir çeşme (1783), Kabataş yakınında bir çeşme yaptırmıştır.
Cenaze namazı için bütün İstanbul halkı toplanmıştı. Büyük bir merasimle Eminönü Bahçekapı’daki türbesine defnedildi. Türbesinde, sandukanın kuzey tarafındaki duvar içindeki bir mermer üzerinde Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, kadem-i şerifleri bulunmaktadır.
Birinci Abdülhamîd Han’ın çeşitli zamanlarda zevcesi olan sultan hanımlar; Ayşe Sineperver, Nevres, Şebisafâ, Mu’teber, Binnaz, Hümâşah, Mislinayab, Nakşidil, Ruhşah Hadîce, Dilpezîr, Mehtâbe.
Erkek çocukları: Abdullah, Abdurrahman, Abdülazîz, Ahmed, Âlemşah, Mahmûd (İkinci Mahmûd), Mehmed, Süleymân, Selim, Mustafa (Dördüncü Mustafa), Murâd.
Kız çocukları: Ayşe Dürrüşehvâr, Hadîce, Esma, Aynışah, Râbia, Melekşah, Râbia, Fatma, Alemşah, Sâliha Hibetullah, Emine.
Pâdişâhım! Olsun kılıcın keskin,
Görmedim cihânda vezirin dengin,
İşitsin Hünkârım, Irşova cengin,
“Mevlâm selâmet ver” der Yûsuf Paşa,
Gazâya ferman eyledi zıllullah,
Cümle hâzır oldu fî-sebîlillah,
Ulemâ çağrışır; “Nasrün minallah!”
“Vurun Gâzilerim!” der Yûsuf Paşa.
Sultan Birinci Abdülhamîd Han Devri Kronolojisi
21 Temmuz 1774 : Rusya ile Küçük Kaynarca Andlaşması.
4 Ağustos 1774 : Sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın ölümü.
10 Ağustos 1774 : İzzet Mehmed Paşa’nın sadrâzam olması.
6 Temmuz 1775 : Derviş Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
2 Mayıs 1776 : İran’a savaş îlân edilmesi.
5 Ocak 1777 : Dârendeli Cebecizâde Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
5 Mayıs 1777 : Büyük Sîne zaferi.
1 Eylül 1778 : Yeniçeri ağası Kalafat Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
21 Mart 1779 : Aynalıkavak tenkihnâmesinin imzalanması.
21 Ağustos 1779 : Kara Vezir ismiyle meşhur Seyyid Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
8 Eylül 1779 : Şehzâde Mustafa’nın doğumu (dördüncü Mustafa).
20 Şubat 1781 : Kara Vezir Seyyid Mehmed Paşa’nın vefâtı ve Kalafat Mehmed Paşa’nın ikinci defa sadrâzam olması.
25 Ağustos 1782 : Hacı Yeğen Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
9 Temmuz 1783 : Kırım Hanlığı’nın Rusya’ya bağlanması.
31 Mart 1785 : Şâhin Ali Paşa’nın sadrâzamlığa getirilmesi.
20 Temmuz 1785 : Şehzâde Mahmûd’un (İkinci Mahmûd) doğumu.
24 Ocak 1786 : Koca Yûsuf Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
13 Ağustos 1787 : Rusya’ya tekrar savaş îlânı.
9 Şubat 1787 : Avusturya’nın Türkiye’ye, İsveç’in de Rusya’ya harb îlânı.
21 Eylül 1788 : Osmanlıların Avusturya’ya karşı kazandığı Büyük Şebeş zaferi.
17 Aralık 1788 : Özi kalesinin Ruslar tarafından işgali ve 25 bin kişiyi alçakça katletmeleri.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Târihi Cevdet (İstanbul-1309); cild-2, sh. 2
2) Osmanlı Devleti Târihi (Yılmaz Öztuna, İstanbul-1986); cild-1, sh. 453
3) Türkiye Târihi (Yılmaz Öztuna); cild-6 sh. 368
4) Osmanlı Târihi (İ. Hakkı Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 420
5) Osmanlı Târihi Kronolojisi (İ. Hâmi Danişmend); cild-4, sh. 57
6) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danışman); cild-11, sh. 63
7) Netâyic-ül-vukuât (Mustafa Nûri Paşa, İstanbul-1327); cild-4, sh. 4
8) Şemdânîzâde, Fındıklı Süleymân Efendi Târihi Mûrittevârih (Münir Aktepe, İstanbul-1978/1981); cild-2. B, sh. 116, cild-3, sh. 4
9) Gülşen-i Meârif (Ferâizîzâde, İstanbul-1252); cild-2, sh. 1670
10) Târih (Küçük Çelebizâde Âsım, İstanbul-1282); sh. 340
11) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 29
12) Vak’a-i Hamîdiyye (Zâimzâde Mehmed Sâdık, İstanbul-1289)
13) Osmanlı Devleti Târihi, (Hammer); cild-16, sh. 251
Babası.................... : Ahmed Han-IIl
Annesi.................... : Râbia Şermi Sultan
Doğumu.................. : 20 Mart 1725
Vefâtı..................... : 7 Nisan 1789
Tahta Geçişi............ : 21 Ocak 1774
Saltanat Müddeti..... : 15 sene
Halîfelik Sırası......... : 92
Osmanlı pâdişâhlarının yirmi yedincisi ve İslâm halîfelerinin doksan ikincisi. Sultan üçüncü Ahmed’in oğlu, sultan dördüncü Mustafa’nın babasıdır. 20 Mart 1725 yılında Topkapı Sarayı’nda dünyâya gelmiştir. Annesi Râbia Şermi Sultan’dır. Küçük yaşından îtibâren, zamanın büyük âlimleri tarafından ilim öğretildi. Zamanlarını namaz kılarak, cenâb-ı Hakk’ı zikr ile geçirir, elinden Kur’ân-ı kerîmi düşürmez, halk arasında kerâmetlerinden bahsedilirdi. Her yaptığını Allah için yapardı. Günlerini sarayda geçirir, târih üzerine derinlemesine bilgi edinirdi. Şehzâdeliği sırasında ne öğrenmiş ise, pâdişâhlığında o bilgiler ışığında hareket edecek, üç kıt’ada toprakları olan büyük bir devleti idare edecekti. Bu güç iş, büyük bir bilgi ve tecrübe yığını ile mümkün olabilirdi. Tecrübe dışında, bilgi sahibi olmak için bütün şartlar mevcûd idi. Akıllı, zekî, ileri görüşlü, kültürlü, gayretli bir şehzâde olan ve iyi bir din eğitimi gören şehzâde Abdülhamîd, ağabeyi sultan üçüncü Mustafa Han’ın 21 Ocak 1774 târihinde vefâtıyla Osmanlı tahtına oturdu. Henüz kırk dokuz yaşında idi ve Osmanlı Devleti’ne eski gücünü kazandırmak azmiyle doluydu. Fakat Osmanlı Devleti’nin en karanlık bir devresinde sultan olmuştu. Ruslar, Avusturyalılar, İranlılar her taraftan topraklarımıza saldırıyordu. Ayrıca tecrübeli sadrâzam ve devlet adamlarının yokluğu vardı...
Tahta çıktığı günlerde, devlet erkanı ve onlara katılan büyük bir kalabalıkla Eyyûb Sultan’a ziyarete gelen sultan birinci Abdülhamîd Han, mihmandâr-ı Resûlillah Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârî’nin (radıyallahü anh) huzurunda, dînine, vatanına ve milletine hizmet edebilmesi, müslümanların rahatı için uzun uzun duâ etti. Allahü teâlâya yalvardı, gözyaşı döktü. Cenâb-ı Hak’dan, en çok sevdiği Peygamberinin, Eshâb-i kiramın, Ehl-i beytin hatırı için istedi...
Birinci Abdülhamîd Han, sultan olduğu sırada kuzeyde daha önce başlayan Osmanlı-Rus savaşı bütün şiddetiyle devam ediyordu. Ordularımız fazla bir varlık gösteremiyor ve geri çekiliyordu. Çünkü yeniçeri teşkîlâtı iyice bozulmuş, pâdişâh ve komutanlara eski itaati kalmamıştı. Rus çariçesi ikinci Katerina, mareşal Peter Aleksandroiv Romanzov başkomutanlığındaki büyük bir orduyu Tuna boyunda, her geçen gün arkadan taze kuvvet göndererek, çarpıştırıyordu. Romanzov, düşmanının karşısında eski cesareti gösteremeyen yeniçerileri mağlûb ede ede Şumnu’ya doğru ilerliyordu. Maksadı, Osmanlı ordusuyla, Varna arasındaki yolu kesip ikmâl yollarını tıkamaktı. Başkumandan sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa, yeniçeri ağası Yeğen Mehmed Paşa’ya; “Bre Paşa! Romanzov keferesinin niyeti bizi kapana kıstırmaktır. Yanına lüzumu kadar asker al, Kozluca’ya doğru yürü. Onları, biz gelene kadar oyala!..” dedi. Yeğen Mehmed Paşa, düşman öncülerini karşılamak üzere Abdullah Paşa’yı vazifelendirdi. Türk öncü kuvvetleri ihtiyatsız ilerliyorlardı. Bir derede yürürlerken ansızın Ruslarla karşılaştılar. Abdullah Paşa’nın tedbirsiz hareketi yüzünden bu birlik, adetâ imha edildi. Pek çoğu şehîd olmuştu. Kurtulanlar Kozluca’ya doğru geri çekildi. Kozluca’da da tutunamayan Yeğen Mehmed Paşa’nın kuvvetleri dağıldı. Böylece Romanzov, Varna ile sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa arasına girmiş oluyordu. Sadrâzamın yanında sâdece on İki bin kişilik bir kuvvet kalmıştı. Bununla, Rus ordusuna karşı durmak mümkün değildi. Sadrâzam, çaresizlik içinde durum muhakemesi yaparken, Rus ordu komutanından bir elçi geldi. Barış teklif ediyordu. Zîrâ, Rus ordusu da uzun zamandan beri devam eden savaşlarda güç durumda kalmıştı. Fakat bu savaşın galibi onlardı. Muhakkak ki, yapılacak andlaşma aleyhimize olacaktı.
Baş murahhaslığa tâyin edilen sadâret kethüdası Resmî Ahmed Efendi, yardımcısı Reisülküttâb İbrâhim Münib Efendi ile birlikte bir hey’et hâlinde Rus ordusunun Küçük Kaynarca’daki karargâhına gittiler. İki gün süren görüşmeler 21 Temmuz 1774’de bitti. Yapılan andlaşmada Kırım, Osmanlı Devleti’nden ayrılıyor, bağımsız oluyordu. Bir çok kaleler de Ruslara verilecekti. Osmanlı ülkesinde yaşayan azınlıkların himâyesi de Ruslara âit olacaktı. Ayrıca Ruslara tazmînat ödenecekti. (Bkz. Küçük Kaynarca Andlaşması). Tamâmiyle aleyhimize olan bu andlaşmaya çok üzülen sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa hastalandı. On beş gün sonra vefât etti.
Küçük Kaynarca andlaşmasının ağırlığını arttıran en önemli madde, Rusların Türk topraklarındaki Ortodoks hıristiyanlar üzerinde bir çeşit himaye hakkı iddiasında bulunabilecek tarzda hazırlanmış olanıdır. Andlaşmadan hemen sonra Avusturya, Osmanlı Devleti’nin zor durumundan faydalanarak Boğdan beyliğine bağlı Bukovina’yı 1775’de işgal etti.
Saltanatının başında böylesine üzücü bir durumu kabul ederek barışı sağlayabilen Abdülhamîd Han, savaş zamanında devletin çeşitli bölgelerinde çıkan isyânları bastırmak ve askerî sahada ıslâhatta bulunmak durumundaydı.
Abdülhamîd Han, kapıkulunun bâzı ocaklarının ıslahı için Fransa’dan mühendisler getirtti. Mühendishâne-i bahr-i hümâyûnu (Devlet Deniz Mühendishânesi’ni) kurdurdu. Burada Baron de Tott ile İngiliz asıllı müslüman Kampel Mustafa ve bâzı Fransızlar ders verdiler. Tophâne nâzırı Emîn Ağa zamanında Fransızların yardımıyle sür’at topçuları ocağı geliştirildi. Metruk hâldeki İbrâhim Müteferrika matbaasını tekrar açtırdı. 1784’de açılan istihkâm okulunda Fransız De la Fayette’nin yanında Gelenbevî İsmâil Efendi ve Kasabzâde İbrâhim Efendi çalıştılar.
Diğer taraftan Anadolu’da çeşitli karışıklıklar çıkmıştı. Her vilâyette bir eşkıya hüküm sürüyordu. Hele kapısız levent denilen binlerce âsî, Anadolu’yu yakıp yıkıyordu. İsyanları bastırmada kaptân-ı derya Cezâyirli Hasan Paşa ve ıslâhat işlerinde sadrâzam Halil Hâmid Paşa, pâdişâha yardımcı oldular. Şam ve Mısır’da isyânlar çıktı. Hicaz’da ayaklanmalar birbirini tâkib etti. İranlılar Osmanlı topraklarına saldırarak çarpışmalara sebeb oldular. İranlıların bu tecâvüzleri üzerine Musul vâlisi Hasan Paşa, aşîret beylerini de yanına alarak, 22 Nisan 1777 de, Osmanlı-İran hududundan 13 saat içeride bulunan Bâne hâkimi Salih Han’ı Mağlûb etti. Üç saat süren muhârebede 10 top ele geçirdi. Kasabayı da yağma ettikten sonra Sîne hâkimi Hüsrev Han kumandasındaki 20 bin kişilik İran ordusuna karşı gönderdiği Çarhçı Mehmed Paşa 5 Mayıs 1777 de parlak bir zafer kazandı. Sîne zaferi diye anılan bu savaşta iki bin İran askeri öldürülmüştür.
Küçük Kaynarca andlaşmasıyla, Osmanlılarla Ruslar arasında tam bir sulh te’min edilememişti. Yalnız bir çeşit mütâreke hâsıl olmuştu. Bu andlaşma her iki tarafı da tatmin etmiyor, Osmanlılar olsun, Ruslar olsun Kırım üzerinde daha çok hakka sâhib olmak istiyorlardı. Nitekim Kırım’da bağımsızlık ilân edildiğinde, Ruslar, asker sevkedip kendi adamlarından Şahin Giray’ı han seçtirdiler. Böylece Kırım hanının tâyininde çıkan anlaşmazlık iki devleti yeni bir savaşa götürürken, Fransızların yardımıyla Haliç’teki Aynalıkavak Kasrı’nda 10 Mart 1779’da bir andlaşma imzalandı. Küçük Kaynarca andlaşmasının bâzı maddeleriyle ilgili olan bu andlaşma, Aynalıkavak Tenkihnâmesi adıyla anılır. Tenkihnâmeye göre, Kırım bağımsız kalacak ve Ruslar buradan askerlerini çekecek; buna karşılık, Osmanlılar da Şâhin Giray’ın hanlığını kabul edeceklerdi.
Kafkas sınırındaki Rus faaliyetlerinin artmasını, Osmanlı Devleti için büyük tehlike olarak gören birinci Abdülhamîd Han, Kafkasya’nın bâzı bölgelerini Türk nüfuzu altına almayı tasarladı. Bu sebeple Soğucak ve Anapa kalelerini tahkim ettirdi. Buradaki Çerkez kabîlelerini medenî bir hâle sokmaya çalıştı.
Şuursuz olarak Rus taraftarlığı yapan Şâhin Giray aleyhinde Kırım’da isyân çıkınca, Ruslar asker göndererek her tarafı yakıp yıktılar. Binlerce müslümanı katlettikten sonra, Kırım’ı yine Şâhin Giray’a bırakarak geri çekildiler. Daha sonra yeni bir bahaneyle tekrar Kırım’a girerek 1784’de memleketi Rusya’ya bağladılar.
Bu sırada Avrupa’da siyâsî dengeler değişmişti. Fransa, Rusya ve Avusturya birbirlerine yanaşmış, Prusya ile İngiltere de Osmanlı tarafını tutmuşlardı. Böylece Avrupa’da bir denge kurulmuştu.
Bu durum Koca Yûsuf Paşa’nın sadârete getirilmesine kadar devam etti. Yeni sadrâzam, Kırım’ın kaybı sebebiyle İstanbul’da duyulan heyecanı yatıştırmaya çalışıyordu. Bu esnada aldıkları yerleri kâfi görmeyen Ruslar, Petersburg’da Avusturya ile yaptıkları bir görüşme neticesinde Rum projesi adını verdikleri bir anlaşma yaptılar. Buna göre aldıkları Osmanlı topraklarını aralarında paylaşacaklardı. Eflak, Bulgaristan, Trakya ve İstanbul civarı Ruslara, Küçük Eflak, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Mora, Sırbistan tarafları da Avusturya’ya bırakılacaktı.
Rusya, Osmanlı Devleti’ne önce, Kafkas kabîleleri, Gürcistan, Eflak-Boğdan ve Tuna civarındaki Kazakların durumu ile Karadeniz ticâretini yeniden görüşmeyi teklif etti. Görüşmeler devam ederken, İskenderiye’deki Rus konsolosunun Çerkez Kölemen beylerini Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtması netîcesinde, 1787’de Rusya’ya harb îlânına karar verildi. 27 Temmuz 1787’de İstanbul’daki Rus elçisi çağrılarak bir nota verildi. 13 Ağustos 1787’de de Rusya’ya harb ilân edildi.
Donanma, kaptân-ı derya Cezâyirli Gâzi Hasan Paşa kumandasında Karadeniz’e açıldı. Hasan Paşa, emrindeki komutanlarına; “Güngörmüş gâzilerim! Din ve devlet nâmına can verecek zamandır. Bu seferde, ya düşman hakkından gelir gâzi oluruz veya şehâdete ereriz! Bunun için de ben, ev halkıma veda ettim ve borçlarımı ödeyerek sefere çıktım. Eğer içinizde ölümden korkanlar varsa, şimdiden kendilerine izin vereceğim. Yok eğer cenk sırasında gayretsizlik edip, emrimi dinlemeyenler olursa, bunlar için emân yoktur. Gayreti görülenler, fazlasıyla mükâfatlandırılacaktır!...” dedi. Leventler, büyük bir coşku ile; “Emrinden ayrılmayız, Paşa Baba!” dediler. Nihayet Rusların idaresi altındaki kılburun kalesine hücum ile 1787-1792 Osmanlı-Rus savaşı başlamış oldu.
Avusturyalılar da savaş açmadan Belgrad ve Sırbistan’a taarruz ettilerse de bir sonuç alamadılar. Bu vaziyet karşısında, Osmanlı Devleti İki düşmanla birden savaşmaya mecbur kaldı.
Serdâr-ı ekrem sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, önce Avusturya derdini hâlletmek istiyordu. Pâdişâh’ın emriyle orduyu Sofya üzerinden Bosna’ya doğru hareket ettirdi. Lazarathâne isimli mevkide Avusturya ordusuyla karşılaşan Memiş Paşa’nın süvarileri, şiddetli bir hücumla Avusturya ordusunu istihkâmlarından söktü. İki yüz bin kişilik koca bir orduya sâhib olan Avusturya kralı ikinci Josef, ordusunu Muhadiye boğazına doğru çekti. Muhadiye boğazı, çok sarp ve geçilmesi, zapt edilmesi zor bir yerdi. Aynı zamanda Tameşvar eyâletinin kilit noktası sayılırdı. Ortasından bir de nehir geçiyordu.
Serdâr-ı ekrem sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, serasker Cenaze Hasan Paşa ve diğer komutanlarıyla hareket tarzını istişare ettikten sonra, evvelâ boğazın iki tarafındaki tabyaların zaptına karar verdi... Üç gün süren çarpışmada Avusturya ordusunun yarısından fazlası kılıçtan geçirildi. Muhadiye boğazında tutunamayan ikinci Josef, Şebeş boğazına doğru perişan bir hâlde kaçtı. Bozguna uğrayan ordusundan ancak seksen binini toparlayabilen Kral, Şebeş’de Osmanlı ordusuyla tekrar çarpışmaya başladı. Fakat yenilmekten kurtulamadı ve kaçmak zorunda kaldı. Uzun zamandır Avusturyalılar, böyle bir mağlûbiyete uğramamıştı. Bu gazâda seksen top, elli bin esir ve pek çok mühimmat ele geçti. 21 Eylül 1788’de kazanılan zafer üzerine sultan Abdülhamîd Han’a “Gâzi” ünvânı verildi. Bu zaferin hâtırasına türküler söylenip dilden dile günümüze kadar geldi.
Sadrâzam Yûsuf Paşa ordusuyla Kırım’a doğru hareket etti. Bu sırada Ruslar, içinde ancak yirmibeşbin kadar mücâhidin bulunduğu Özi kalesine saldırmışlardı. Özi’yi müdâfâ eden kahraman gâziler, târihte ender rastlanan bir mücâdele veriyorlar, yüz elli bin civarındaki Rus askerini kaleye sokmamaya çalışıyorlardı. Kaptân-ı deryâ Hasan Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması Özi yakınlarına gelmişti. Fakat kale, Karadenize akan Özi suyu kenarında bulunuyordu. Büyük gemilerin nehirde hareket edememesi, içeriye çekilen hafif Rus filosuna hücumu zorlaştırıyordu. Karaya oturan üç gemiyi kurtarmaya çalışan leventler şiddetli bir Rus taarruzuna tutuldular. On beş gemi harab olurken çok sayıda asker şehîd oldu. Günlerce süren çarpışmalarda gerek Özi müdafileri, gerek karadan ve denizden gönderilen imdat kuvvetlerimizde yiyecek bir şey kalmadı. Serdâr-ı ekrem Koca Yûsuf Paşa, çaresiz kalmış İstanbul’dan zahire ve mühimmat istemişti. Hava şartları elverişsiz olduğundan, donup ölenlerin haddi hesabı yoktu. Buna rağmen Osmanlı yiğitleri Özi’yi vermemek için canla başla çarpışıyor, İstanbul’dan gelecek yardımı ümid ile bekliyorlardı. Fakat Özi’de bir Rus hayranı hâin, kalenin; “Su kapısı” tarafında askerlerin çok az olduğunu, buradan şiddetli bir baskınla kaleye girebileceklerini gizlice bildirdi. Bu haberi alan Rus komutanı Potemkin, askerinin büyük bir kısmını buradan hücuma geçirdi. İki ateş arasında kalan müdâfîlerin büyük bir kısmı kanlarının son damlasına kadar kahramanca çarpışarak şehîd oldular. Portemkin, üç gün Özi’nin yağmalanmasını ve yaralı askerlerden, Özi’de yerleşmiş halktan kime rastlarlarsa öldürülmesini emretti. Ruslar, bu katliam sırasında ihtiyar, kadın, çocuk tanımamışlar, vahşice yakıp yıkmışlar, insanlığın yüz karası olacak bir alçaklıkla, canlı-cansız her şeyi mahvetmişlerdi... Sultan Abdülhamîd Han, aldığı haberlere çok üzülüyor, vatanından koparılan bir karış toprak, yüreğinden de bir şeyler koparıyor içi kan ağlıyordu. 6 Nisan 1789 günü sadrâzam Koca Yûsuf Paşa’dan bir mektup geldiğini öğrendi, Çok heyecanlandı. Ayakta bekliyor, bir an önce açılıp okunmasını arzu ediyordu. Lala; “Destur buyurursanız Hünkârım, sadâret kâimesini (raporunu) okumak dileriz!” dedi. “Tez okuyasın Lala! Seni dinliyoruz...” diye emr etti. Lala, mektubu okumaya başladı; “Bütün müslümanların merhametli halîfesi, yeryüzündeki bütün Türklerin en büyük Sultânı! Es-Sultân İbn-üs-Sultân Gâzi Abdülhamîd Han hazretlerine! Üzülerek arza cür’et eyleriz ki, Karadeniz’in kuzey ucundaki Özi kalemiz sükût etmiş, düşmüştür... Potemkin nâm moskof prensi, kalede mevcûd yirmi beş bin müslümânı bilâ istisna, katleylemiş, çocuk, yaşlı, hâmile, emzikli demeden cümlesini şehîd eylemiştir!..” cümlesine gelindiğinde, vatanperver pâdişâhın merhametli ve nâzik kalbi acıyla burkuldu. Sanki yerinden sökülüp alınmıştı. “Bre nâmerdler!.. Bre mel’unlar!..” diyerek moskofa olan kinini belirtti. Lala, okumaya devam ediyordu; “Katerina’dan emir alan bu kâfir insan kasabı, karşı koymaya çalışan delikanlı ve oğlancıklarımızı diri diri ateşe atmış, can havliyle kaçışanları dahi kızgın demirle şişletmiştir!..” cümleleri okunurken Pâdişâh, bu acıya dayanamadı ve; “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resulün” diyerek Kelime-i şehâdet getirdiği esnada olduğu yere yığılıp kaldı. Nüzül, felç olmuştu.
Acele hekimbaşı Gevrekzâde Hasan Efendi’yi çağırdılar. Hekimbaşı, muayene etti. Üzüntüye sebebiyet vermemek için nüzulü, nezle ile te’vil etmek suretiyle; “Şevketlü Sultânım! Allahü teâlâya hamd olsun ki, fazla bir şeyiniz yok. Bir parça nezle olmuşsunuz!..” diyerek teselli vermek istedi. Fakat çok zekî, hassas ruhlu pâdişâh durumu anlamıştı. Derin bir yeis içinde hekimbaşının yüzüne baktı ve tane tane; “Hasan Efendi! Bir hoşça bak!.. Bu, bana son hizmetindir!.. Efendini elinden aldırdın!..” deyince, Hasan Efendi ağlamaya başladı.
Çocuklarını istedi. Onlarla vedâlaştı. On yaşlarında olan şehzâde Mustafa ve henüz dört yaşlarında olan şehzâde Mahmûd’un gözlerinden öptükten sonra; “Yavrularım! Sizi, cenâb-ı Hakk’a emânet ettim, iki cihânda yüzünüz ak ola!..” diyerek duâ eyledi. Sanki bu ikisinin ilerde kendisi gibi sultan olacağına işaret etmişti!..
Diğer Osmanlı sultanları gibi kalbi merhamet ve şefkatle dolu olan birinci Abdülhamîd Han, din kardeşlerine yapılan zulüm ve işkencelere dayanamadığından o gece sabaha karşı vefât eyledi. Altmış dört yıllık hayâtında Allah için yaşamış, her yaptığını Allah için yapmış ve Allah’a kavuşmak için sevinç içinde vefât, etmişti... Kalbi İslâm için çarpardı. Peygamber efendimizi ve Ehl-i beytini çok sever, onlara ve Hicaz bölgesinde yaşayanlara husûsî imtiyazlar verirdi. Haremeyn-i şerîfeyne (Mekke ve Medîne’ye) hizmeti gâye edinmişti. Tebeasına şefkatli, iyi bir baba idi. Annesi Râbia Sultân’ın ruhu için 1778’de Beylerbeyi’nde bir câmi, muvakkıthâne, hamam ve sıbyan mektebi, Medîne-i münevverede medrese, Emirgan’da câmi, Eminönü’nde bugünkü IV. Vakıf hanın yerinde büyük bir imâret (aş evi) ve yanında çeşme, sebil, sıbyan mektebi, medrese, türbe ve bir kütüphâne inşa ettirmiştir. Kütüphânedeki kitaplar Süleymâniye Kütüphânesi’ne aktarılmıştır. Medrese de bugün borsa olarak kullanılmaktadır. IV. Vakıf hanın inşâsında imârethâne ile Çeşme ortadan kaldırılmış, sebil de Gülhâne parkı karşısındaki Zeyneb Sultan Câmii köşesine nakledilmiştir. Beylerbeyi iskele meydanı, Havuzbaşı, Araba meydanı, Çınarönü ve Çamlıca Kısıklı meydanlarına çeşme, Beylerbeyi (İstavroz) Câmii’ni tamir, Emirgan’da Abdullah Paşa (Emîrgûreoğlu) yalısının çevresine bir câmi, çeşme, hamam ve dükkanlar yaptırmıştır. Ayrıca hanımı Hümâşah Sultan ile oğlu Mehmed için bir çeşme, İstinye Neslişah Câmii yanında bir çeşme (1783), Kabataş yakınında bir çeşme yaptırmıştır.
Cenaze namazı için bütün İstanbul halkı toplanmıştı. Büyük bir merasimle Eminönü Bahçekapı’daki türbesine defnedildi. Türbesinde, sandukanın kuzey tarafındaki duvar içindeki bir mermer üzerinde Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, kadem-i şerifleri bulunmaktadır.
Birinci Abdülhamîd Han’ın çeşitli zamanlarda zevcesi olan sultan hanımlar; Ayşe Sineperver, Nevres, Şebisafâ, Mu’teber, Binnaz, Hümâşah, Mislinayab, Nakşidil, Ruhşah Hadîce, Dilpezîr, Mehtâbe.
Erkek çocukları: Abdullah, Abdurrahman, Abdülazîz, Ahmed, Âlemşah, Mahmûd (İkinci Mahmûd), Mehmed, Süleymân, Selim, Mustafa (Dördüncü Mustafa), Murâd.
Kız çocukları: Ayşe Dürrüşehvâr, Hadîce, Esma, Aynışah, Râbia, Melekşah, Râbia, Fatma, Alemşah, Sâliha Hibetullah, Emine.
Pâdişâhım! Olsun kılıcın keskin,
Görmedim cihânda vezirin dengin,
İşitsin Hünkârım, Irşova cengin,
“Mevlâm selâmet ver” der Yûsuf Paşa,
Gazâya ferman eyledi zıllullah,
Cümle hâzır oldu fî-sebîlillah,
Ulemâ çağrışır; “Nasrün minallah!”
“Vurun Gâzilerim!” der Yûsuf Paşa.
Sultan Birinci Abdülhamîd Han Devri Kronolojisi
21 Temmuz 1774 : Rusya ile Küçük Kaynarca Andlaşması.
4 Ağustos 1774 : Sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın ölümü.
10 Ağustos 1774 : İzzet Mehmed Paşa’nın sadrâzam olması.
6 Temmuz 1775 : Derviş Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
2 Mayıs 1776 : İran’a savaş îlân edilmesi.
5 Ocak 1777 : Dârendeli Cebecizâde Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
5 Mayıs 1777 : Büyük Sîne zaferi.
1 Eylül 1778 : Yeniçeri ağası Kalafat Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
21 Mart 1779 : Aynalıkavak tenkihnâmesinin imzalanması.
21 Ağustos 1779 : Kara Vezir ismiyle meşhur Seyyid Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
8 Eylül 1779 : Şehzâde Mustafa’nın doğumu (dördüncü Mustafa).
20 Şubat 1781 : Kara Vezir Seyyid Mehmed Paşa’nın vefâtı ve Kalafat Mehmed Paşa’nın ikinci defa sadrâzam olması.
25 Ağustos 1782 : Hacı Yeğen Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
9 Temmuz 1783 : Kırım Hanlığı’nın Rusya’ya bağlanması.
31 Mart 1785 : Şâhin Ali Paşa’nın sadrâzamlığa getirilmesi.
20 Temmuz 1785 : Şehzâde Mahmûd’un (İkinci Mahmûd) doğumu.
24 Ocak 1786 : Koca Yûsuf Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
13 Ağustos 1787 : Rusya’ya tekrar savaş îlânı.
9 Şubat 1787 : Avusturya’nın Türkiye’ye, İsveç’in de Rusya’ya harb îlânı.
21 Eylül 1788 : Osmanlıların Avusturya’ya karşı kazandığı Büyük Şebeş zaferi.
17 Aralık 1788 : Özi kalesinin Ruslar tarafından işgali ve 25 bin kişiyi alçakça katletmeleri.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Târihi Cevdet (İstanbul-1309); cild-2, sh. 2
2) Osmanlı Devleti Târihi (Yılmaz Öztuna, İstanbul-1986); cild-1, sh. 453
3) Türkiye Târihi (Yılmaz Öztuna); cild-6 sh. 368
4) Osmanlı Târihi (İ. Hakkı Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 420
5) Osmanlı Târihi Kronolojisi (İ. Hâmi Danişmend); cild-4, sh. 57
6) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danışman); cild-11, sh. 63
7) Netâyic-ül-vukuât (Mustafa Nûri Paşa, İstanbul-1327); cild-4, sh. 4
8) Şemdânîzâde, Fındıklı Süleymân Efendi Târihi Mûrittevârih (Münir Aktepe, İstanbul-1978/1981); cild-2. B, sh. 116, cild-3, sh. 4
9) Gülşen-i Meârif (Ferâizîzâde, İstanbul-1252); cild-2, sh. 1670
10) Târih (Küçük Çelebizâde Âsım, İstanbul-1282); sh. 340
11) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 29
12) Vak’a-i Hamîdiyye (Zâimzâde Mehmed Sâdık, İstanbul-1289)
13) Osmanlı Devleti Târihi, (Hammer); cild-16, sh. 251