osmanli haremin gizli dunyasi
Haremin sırlı dünyası
Son Günlerde kocası II. Abdülhamid'in kaygılı ve sıkıntılı olduğu gözünden kaçmamıştı Fatma Pesend Sultan'ın. Hükümdar daha az konuşuyor, daha az gülüyor, daha az yiyordu. Dudağını bükerek, 'Var bu işin içinde bir şey ama...' diye geçirdi derinlerinden. Yegâne kızının babası, gözü gibi baktığı hünkâr hazretlerinin başı her zaman yeterince dertteydi ya, bu seferki daha bir farklı olmalıydı. İyi ama neydi Sultan II. Abdülhamid'i bunca geren olay? Öğrenmeye kararlıydı Fatma Pesend Sultan; lakin nasıl öğrenecek, konuya nereden giriş yapacaktı?
Müsait bir vaktini kollamaya başladı o günden sonra. Geç vakit Mâbeyn'den, yani daireden dönüşünü bekledi Hünkâr'ın. Yorgun argın Harem dairesine girdiğinde onu güler yüzle karşılamaya çıktı. Ancak kendisini fark ettiremedi. Kocası, yemeğini alelacele yedikten sonra bu kez haremdeki çalışma odasına geçmiş ve orada yalnız başına kalmıştı. Kâhyası kahvesini söylemeye çıkmış, oda bir an için boşalmıştı. Huzura girmek için müsaade istetedi Fatma Sultan. Müsaade hemen gelmişti.
İşte masasında oturmuş, yine dalgın, yine düşüncelere yelken açmıştı kocası. Onu daldığı kuyudan çıkarmak istemedi ya, bu haline de uzun süre dayanamadı. Kendisini fark ettirmek için önündeki uzun masayı hafifçe tıklattı. Çalışma masasındaki dalgın fesli baş, onu ancak o zaman fark etti. Sakallı çehre, onu görünce elinde olmadan gülümsedi.
"Geliniz buraya" dedi kendisine. Halini hatırını sordu, yine "siz" li hitaplarla. Kimseye "sen" diye hitap ettiğini duyan olmamıştı daha. Evlatlarına dahi "siz" diye hitap eder ve "sizli" konuşmaya teşvik ederdi etrafını. Bunun insan ilişkilerine bir ciddiyet, bir vakar kattığını düşünürdü.
"Geliniz buraya" sözü Fatma Pesend Sultan'ı uçurmuştu adeta kocasının yanına. Biraz sonra kapının çalındığı duyuldu; kahvesi gelmişti. İki fincan vardı zarif tepside, bir de ağzından buhar tüten cezve. Hizmetkâr ilk fincanı kahveyle doldurup saygıyla kenara çekildi, efendisinin içmesini beklemeye durdu. Biraz sonra fincanın boşaldığını anlayınca bu defa temiz fincana doldurdu ikinci kahveyi. İlk yudumu çekerken Abdülhamid Han göz ucuyla hizmetkâra baktı. Kaşıyla kendilerini yalnız bırakmasını işaret etti ona. Çekildi saygıyla hizmetkâr. Artık baş başa idiler.
Padişah, bir arzusu olup olmadığını sordu genç eşinden. "Sağlığınızı dilerim haşmetmeâb" diyebildi Fatma Sultan. Dili dolaşmamıştı, sevindi buna. "Lakin..., nasıl söylesem?", dedi "son günlerde sizi daha ziyade endişeli görüyorum. Sanki üzen bir şeyler var. Öğrenmemizde mahzur yoksa... Lütfen merakımı mazur görünüz."
Önce bir şey olmadığını söyleyerek onu geçiştirmeye Abdülhamid Han. Ancak eşinin ısrarları karşısında anlatmak zorunda kaldı olan bitenleri bir bir…
1901 yılında İstanbul'dayız. Soğuk bir Kasım ayında…
Fransızlar Osmanlı Devleti'nin vaktiyle Lorando ve Tübini adlı iki bankerden aldığı ve bir türlü ödeyemediği 500 bin altın tutarındaki borca karşılık, Osmanlı hakimiyetindeki midilli adasının postanesini işgal etmişlerdi. Borç ödenene kadar da adadan çıkmayacaklardı. İşin garibi, bu borcu, tam çeyrek asır önce , daha kendisi tahta çıkmadan evvel amcası Abdülaziz'i tahttan indirmek için Mithat Paşa ile Serasker Hüseyin Avni Paşa almıştı. Ve Sultan Abdülaziz'i öldürmeye kadar giden bu sefil darbenin finansmanı için kullanılan parayı ödemek içinden gelmemişti bir türlü Abdülhamid Han'ın. Ama işte borç kapıya dayanmıştı, ödemesi gerekiyordu ama nasıl?
Meğer bunun içinmiş bütün o üzüntülü geceleri... Hay Allah!
Devlet ya Fransa'yla savaşı göze alacak ya da borcunu kuzu kuzu ödeyecekti. Hazinede yeterli para yoktu ve işin kötüsü, bu haksız işgalle Devlet-i Aliye, cümle alemin diline düşmüştü. Osmanlı'nın parası suyunu çekmiş deniliyordu kulislerde. Kredi musluklarının kapanması ve zar zor döndürülen hazine çarkının tamamen durması, an meselesiydi.
Fatma Pesend Sultan işin ucunun paraya dayandığını anlayınca biraz rahatlamıştı. Söze "Biz bir aile değil miyiz?" diye başladı. Devam etti sonra: "Ailelerde dertler de saadetler kadar ortak değil midir?"
Hünkâr, eşinin lafı nereye getireceğini anlamıştı sanki. Konuşmasını kesmek istedi ama Fatma Sultan üsteledi: "Babamdan biraz miras kalmıştı. Onları satıp sıkıntınıza sebep olan paranın hiç değilse bir kısmını ben ödemek istiyorum."
Bir Osmanlı Padişahı bunu asla kabul edemezdi. Çünkü geri ödeyip ödeyemeyeceğinden emin değildi borç alacağı parayı. Üzülerek kabul edemeyeceğini söyledi. Ama eşi yine ısrarcı, hatta inatçı çıktı. Bunu borç olarak değil, sadece kendisinin devlete olan borcunu ödemek için veriyordu. "Bu devlete benim borcum yok mu sanıyorsunuz? Onu geri isteyen kim?"
Padişah ziyadesiyle duygulanmıştı ama yine de kabul etmek istemiyor, şahsi bir parayı devlet işine karıştırmak istemiyordu.
Bakınız Pesend Sultan", dedi, "çok gençsiniz! Önünde uzun yıllar var. Benim fazla miras bırakacak durumda olmadığımı biliyor olmalısınız. Hayatın bin bir cilvesi vardır." Sanki 7-8 yıl sonra olacakları tahmin ediyormuş gibi, "Yarın neler olacağını biliyor muyuz? Alamam bu parayı" dedi.
Laf geleceğe dönünce Fatma Pesend Sultan iyice coşmuştu. Kendi malı devletin değil miydi sanki? Saraya girerken varlığını devlete adamaya gelmemiş miydi? "Tutalım ki", dedi, "her şeyimizi kaybettik. Ben razıyım her şeye yine de."
Sultan Abdülhamid bir yandan vatan toprağı olan Midilli'yi düşündü, öbür yandan eşinin bu asil fedakârlığını. Bir avuç da olsa vatan toprağını kurtarmak her şeyden önemli değil miydi?
Çar naçar, eşi Fatma Sultan'ın teklifini kabul etmek zorundaydı. Etti de...
Genç kadının ertesi günü baba evine yollanıp büyük bir meşin çanta ile geri döndüğü görüldü. Bir yandan da Dışişleri'nde Fransızlarla pazarlıklar başlamış, gecikme faizleriyle birlikte 750 bin altına yükselen borç, 502 bin altına kadar düşürülmüş, sonuçta büyük kısmı Fatma Sultan'dan gelen paralar sayesinde bir vatan parçası daha kurtarılmıştı.
İste böyle aziz okur!
Hareni, bir zevk ve safa yerinden ibaret değil, vatan toprağını kendi varlığının önünde tutan kadınların da yaşadığı bir sosyal birimdi. Fatma Pesend Sullan'ın babasından miras kalan bütün mal varlığını vatanı uğruna gözünü kırpmadan bağışlaması bunun soylu bir örneği değil mi?
Geri Gel Ey Osmanlı