ahmed han
AHMED HAN-I
Babası.................... : Mehmed Han-III
Annesi.................... : Handan Sultan
Doğumu.................. : 18 Nisan 1590
Vefâtı...................... : 22 Kasım 1617
Tahta Geçişi............ : 21 Aralık 1603
Saltanat Müddeti..... : 14 sene
Halîfelik Sırası........ : 79
Osmanlı pâdişâhlarının on dördüncüsü, İslâm halîfelerinin yetmiş dokuzuncusu. Sultan üçüncü Mehmed Han’ın oğlu; ikinci Osman Han, dördüncü Murâd Han ve sultan İbrâhim Han’ın babasıdır. Babasının Saruhan vâliliği sırasında 1590 (H. 998)’de Manisa’da doğdu. On dört yaşında iken 1603’de pâdişâh oldu. On dört sene pâdişâhlıktan sonra 1617’de İstanbul’da vefât etti. Kendi inşâ ettirdiği Sultan Ahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi.
Ahmed Han, henüz beş yaşında iken sıkı bir tâlim ve terbiyeye tâbi tutuldu. Zamanın ileri gelen âlimlerinden Aydınlı Mustafa Efendi, bu işle vazifelendirildi. Temel bilgileri öğrendi. Hocazâde Mehmed ve Es’ad efendilerden de ders alan Ahmed Han, bilhassa fıkıh ilminde ince bilgilere sâhib olup, Arabça ve Farsça’yı mükemmel bilirdi. Ok atmak, kılıç kullanmak, ata binmek gibi savaş ve askerlik eğitiminde de gayet başarılı idi.
Şiirle de uğraşan Ahmed Han, zamanın evliyâsı Abdülmecîd Sivasî ile Azîz Mahmûd Hüdâî Üsküdârî hazretlerinden feyz alıp kemâle geldi. Çok merhametli, tebeasına karşı ziyadesiyle şefkatli idi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakta, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin sünnet-i şerifine yapışmakta pek titiz, insanların ve diğer mahlûkâtın hakkını gözetmekte çok dikkatli idi. Babasının vefâtı üzerine, 1603 yılında Eyyûb Sultan’da kılıç kuşanarak pâdişâh oldu.
Sultan birinci Ahmed Han tahta geçtiğinde, Osmanlı Devleti’nin başında üç büyük mes’ele vardı. Doğuda İran ve batıda Avusturya ile daha önce çıkan harbler devam etmekteydi. Üçüncüsü ise uzun süren savaşlar sonunda ülke içinde asayişsizlik artmış ve çevrelerine otuz-kırk bin kişilik bir kuvvet toplamayı başarabilen celâlîler, devletin başına belâ olmuşlardı.
Osmanlı-Avusturya harbi, 1593 yılında Telli Hasan Paşa’nın Hırvatistan hududunda Sisek kalesini muhasarasını müteâkib yaptığı son bir akında köprünün yıkılması üzerine, kendisi ile Sultanzâde demekle meşhur Kilis sancakbeyi Ahmed Paşazade Mehmed Bey ve daha bir çok hudut beyleri ile askerden on sekiz bin kişinin telef olmasıyla başlamıştı. Harbin ilk yılları Osmanlı Devleti’nin aleyhine gelişmiş, Erdel, Eflâk ve Boğdan’ın, Avusturya safında yer almaları ve voyvodaların isyânları Osmanlıları güç durumda bırakmıştı. Neticede Estergon düşmüş, İstanbul’a mağlûbiyet haberleri gelmişti. Ahmed Han’ın babası sultan üçüncü Mehmed Han, ordusunun başında giderek Eğri kalesini fethetmiş, Haçova’da bütün Avrupa milletlerinden meydana gelen haçlı ordusunu korkunç bir hezimete uğratmıştı. Tiryâki Hasan Paşa, Kanije kalesinde düşmana karşı kahramanca çarpışmış, destanlar yazdırmıştı.
İran Harpleri
Batıda zafer kazanılıp barış sağlanırken, doğuda İran şahı Abbâs, eline geçirdiği Ehl-i sünnet ulemâsını öldürmekten, şehirlerin kâdılarının başını vurmaktan büyük zevk alıyordu. İran’la 1590 yılında yapılan İstanbul Andlaşmasıyla barış sağlanmıştı. Ancak birinci Abbâs, memleketinde idareyi düzelttikten sonra, Osmanlıların Avusturya ile harplerini ve Anadolu’da büyük boyutlara ulaşan celâli isyânlarını fırsat bilerek Tebriz, Azerbaycan ve Revan’ı işgal etti. Osmanlı Devleti bu sırada celâli isyânları ile meşgul olduğundan İran mes’elesi ile yakından ilgilenemedi. Veziriazam Kuyucu Murâd Paşa’nın İran seferi sırasında vefâtı, Osmanlı Devleti’nin İran’a karşı kesin bir zafer kazanmasını engellemişti. Bu sebeble çeşitli fasılalarla dokuz yıl süren harbin sonunda 1612’de İkinci İstanbul Andlaşması imzalandı. Bu andlaşma ile İran, ele geçirdiği bölgelere hâkim oluyor, buna karşılık Osmanlılara her yıl ikiyüz yük ipek vermeği kabul ediyordu. Fakat Acemler bu sözlerinde durmayınca, 1615 yılında, İran’a harp ilân edildi. Şâh Abbâs-ı Safevî, Osmanlılarla yeni bir harbe girmekten çekiniyordu. Durumun ciddiyetini anlayınca, araya yeniden elçiler koyarak, eski andlaşma gereği sulh yapılmasını sağladı. Böylece 1619 yılında Bağdâd ve Ahıska taraflarında Osmanlı-Safevî hududu tâyin edildi.
Celâli İsyânları
Osmanlılarda isyân, ihtilâl, devrim gibi şeyler kimsenin aklına gelmiyordu. Osmanlıya düşman olanların yurt dışından yaptıkları kışkırtmalarla çıkardıkları Samavnelioğlu Bedreddîn, celâli ve hurûfî ayaklanmaları milletin güç birliği ile az zamanda bastırılmıştı. Osmanlı târihlerinde celâli adıyla zikredilen şii-İran destekli âsî zümreler, sultan Ahmed Han zamanında Osmanlı’nın dış gailelerle uğraşmasından istifâde ederek halkı soymaya, öldürmeğe başladılar. Bunlar arasında en meşhuru, Karayazıcı şöhretiyle anılan Abdülhalim isminde bir şakî idi. Etrafına otuz bin kişilik bir sekban grubu toplayan Karayazıcı, Kayseri ile civarını yakıp yıktı ve üzerine gönderilen kuvvetleri bozdu. Neticede Bağdâd vâlisi vezir Sokulluzâde Hasan Paşa, âsiler üzerine gönderildi. Elbistan taraflarındaki muhârebeyi kaybeden Karayazıcı, Samsun taraflarına çekildi ve çok geçmeden de öldü.
Fakat Karayazıcı’nın kardeşi Deli Hasan ile Tavil Ahmed, Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Yûsuf Paşa ve Muslu Çavuş adındaki şakiler Anadolu’yu kana boyamaya devam ettiler. Bu durumu dikkatle tâkib eden sultan birinci Ahmed Han, Avusturya ile Zitvatoruk Andlaşması’nın imzalanmasından sonra, vezîriâzam Murâd Paşa’yı celâlîler üzerine gönderdi. İran muhârebeleri sırasında kuyuya düşmesinden dolayı Kuyucu lakabını alan Murâd Paşa, durumu gözden geçirdi ve celâlilerin Anadolu’nun her tarafını tuttuklarını gördü. Bu sebeple, önce onları bölme yoluna gitti. Kendisi, Anadolu’da hükümdarlığını ilân eden Canbolatoğlu üzerine yürürken, Manisa, Bursa ve havâlisinde korkunç bir celâli şakisi olan Kalenderoğlu’na, Ankara sancakbeyliğini verdi. Böylece çok dâhice bir siyâset tâkib eden Kuyucu Murâd Paşa, hepsini tek tek ortadan kaldırmayı başardı. Kuyucu Murâd Paşa’nın üç sene süren temizleme faaliyeti neticesinde Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Tavil ile kardeşi Me’mun, Muslu Çavuş ve Yûsuf Paşa, ayrıca yüz, bin, üç biner kişilik kuvvetlerle şekâvet yapan kırk sekiz çete kuvvetlerinden tamâmı te’sirsiz hâle getirilmiş ve cezâları verilmişti.
On üç, on dört sene süren bu isyânlar sebebiyle, Suriye, Irak ve Anadolu adetâ elden çıkmış denecek vaziyete gelmiş, âsâyiş kalmamış, ticâret durmuş ve iktisâdi hayat tamamen çökmüştü. Ayrıca, âsîlerin zulmünden, köylüler, şehir ve kasabalara sığındıkları için zirâat yapılamamış ve memlekette kıtlık baş göstermişti. Böylece tımarlı sipahinin maîşeti ziyadesiyle azaldığından, sultan Ahmed Han, köylünün yerlerine dönmesini ve ticâret sâhiblerina kolaylık gösterilmesi için, eyâletlere tavsiye yollu fermanlar gönderdi. Ayrıca Adalet nâme adı ile Anadolu’daki bütün fenalıktan, celâlîliği doğuran sebebleri ve halkın ızdârâbını dile getiren bir ferman çıkardı.
Sultan Ahmed Han devrinde Osmanlı Devleti, iç gaileler sebebiyle bilhassa İran harbi ile yeterince ilgilenememiş ve toprak kaybetmiştir. Bu iki büyük gaile arasında Avusturya-Alman İmparatorluğu’yla yapılan savaştan, Osmanlı Devleti kazançlı çıkarak güçlü olduğunu göstermiştir.
Sultan Ahmed Han, memleketinin îmân için çok çalıştı. Yaptığı hayırlı hizmetlerinin başında bugün yerli ve yabancı herkesin hayran kaldığı kendi ismiyle bilinen Sultan Ahmed Câmii’ni yaptırmasıdır ki, yerini tesbit edip, temel atma merasimi için hocası Azîz Mahmûd Hüdâî ve diğer âlimleri davet etti. Temel atmak için ilk kazmayı, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri vurdu. Pâdişâh da yoruluncaya kadar temeli kazdı. Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırılan altı minaresi, 24 metre çapında kubbesi, 21.043 çinisi bulunan Sultan Ahmed Câmii, aşevi, İmaret, medrese, mektep, dârüşşifâ, askerler için odalar, dükkânlar, bir sebil ve Pâdişâh için hazırlanan türbeden müteşekkil bir külliye ile beraber faaliyete hazır hâle getirildi. Açılış için Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri davet edildi. Fakat o gün fırtına vardı ve deniz şiddetli dalgalı idi. Bu sebeple kayıkçılar denize açılmaya cesaret edemiyorlardı. Mahmûd Hüdâî, Üsküdar iskelesine geldi ve husûsî kayıkçısına emrederek, yanında bir kaç talebesiyle birlikte Sarayburnu’na doğru açıldı. Allahü teâlânın izniyle kayığın ön, arka ve yanlarından bir kayık mesafesinde deniz süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç tesir etmiyordu. Herkes korkudan denize çıkmazken, Azîz Mahmûd Hüdâî kayığıyla selâmetle karşıya geçti. Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola Hüdâî yolu dendi. Muhteşem merasimlerle câmi açıldı. Cumâ hutbesini Azîz Mahmûd Hüdâî (r. aleyh) okudu (Bkz. Sultan Ahmed Câmii).
Dindarlığı ve insanlara merhameti ile tanınan sultan Ahmed Han, bilhassa Mekke ve Medîne’ye pek çok hayırlı hizmetler yaptı. O zamana kadar Mısır’da dokunan Kâbe-i muazzamanın örtülerini İstanbul’da dokuttu. İstanbul’da kurdurduğu özel atölyelerde Kâbe için altın oluklar yaptırdı. Zemzem kuyusu için demirden bir kafes yaptırarak, suyun bir metre altına yerleştirtdi. Böylece kuyuya düşen müslümanların boğulması önlendi. Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Ravda-i mutahherasını çok kıymetli hediyelerle süsledi. Memlekette otorite boşluğundan ortaya çıkan serkeşlikleri, tam bir vukûfiyetle seçtiği ehil devlet adamlarının kuvvetli otoriteleriyle ortadan kaldırdı.
Sultan Ahmed Han, her müslüman gibi Resûlullah efendimizi canından çok severdi. Resûlullah efendimizin mübarek ayağının resmini yaptırdı. Bu resmi, altına yazdığı şu dörtlükle beraber devamlı başında taşırdı.
Nola tâcum gibi bâşumda götürsem dâim,
Kademi resmini ol hazret-i şâh-ı Resulün.
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.
Şiirlerinde tahta çıktığı yılın ebced hesabıyla karşılığı olan “Bahtî ve “Ahmedî mahlaslarını kullanırdı. Pek ince mânâları ihtiva eden şu şiir onundur:
İki cânib gibi serdâr-ı âlişâna kuvvet ver,
Kulaguz olmak için bunlara cünd-i adalet ver,
Gazâya azmeden Gâzilere her yerde fursat ver,
İlâhî! Müjde-i feth ü zaferle kalbe rahat ver,
Habîbin hürmetine asker-i İslama nusret ver,
Ezelden, hadden efzûn lütfunu yâ Rab, göregeldim.
Beni serverlere serdâr-ı âlîşân eden sensin,
Bu âciz bedeni, serdefter-i merdân eden sensin,
Duâ-yı hayrını makbûl edüp ihsân eden sensin,
Yoğ iken var edüp bu Ahmed’i sultân eden sensin,
Habîbin hürmetine asker-i İslâm’a nusret ver,
Ezelden, hadden efzûn lütfunu yâ Rab, göregeldim.
Ömrü boyunca Allahü teâlânın dînine hizmet için çalışan, hak ve adaletten ayrılmayan, birinci Ahmed Hân, 1617 (H. 1026) senesinde hastalandı. Sırtında bir yara çıkmıştı. Mâbeynci Mustafa, Sultan’ın vefâtından bir gün önce huzurunda iken, Ahmed Han’ın odada sahibini göremediği kimselere dört defa; “Ve aleyküm selâm” dediğini işitti. Sebebini sorduğunda, sultan Ahmed Han; “Şu anda yanıma hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali geldiler. Bana; “Sen, dünyâ ve âhiretin sultanlığını kendinde toplamışsın. Yarın Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem efendimizin yanında olacaksın” buyurdular” cevâbını verdi. Hakîkaten ertesi gün vefât etti.
Cenazesinin yıkanması için hocası Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri davet edildi. Ancak; “Sultânımı çok severdim. Şimdi dayanamam. İhtiyarlığım sebebiyle beni mazur görün” buyurdu. Talebelerinden Şaban Dede’yi gönderdi. Şeyhülislâm Hocazâde Mehmed Çelebi’nin kıldırdığı cenaze namazından sonra, kendi yaptırdığı Sultan Ahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi.
Küçük yaşta sultan olup, yirmi sekiz yaşında vefât eden sultan Ahmed Han’ın, çocuk yaşında iken gösterdiği dirayet ve kabiliyeti dikkate şayandır. Sultan Selîm Han gibi son derece sâde giyinirdi. Her fırsatta halk arasında dolaşır ve dertlerini dinlerdi. İstanbul’un yanında; Bursa, Edirne ve Çanakkale’de de halkın arasına girip dolaşırdı. Gayet kuvvetli, çok iyi binici, atıcı, avcı ve silâhşordu. Bu meziyetleri oğulları ikinci Osman’la, dördüncü Murâd’a da intikâl etmiştir.
Sultan birinci Ahmed Han, Mahfiruz Sultan ve Mahpeyker Sultan ile evlenmiş ve bunlardan sekiz erkek, dört kızı olmuştur. Erkek çocukları, Genç Osman, dördüncü Murâd, Mehmed, Süleymân, Bâyezîd, Hüseyin, Kasım ve İbrâhim’dir. Kızları ise; Ayşe, Fatma, Âtike, Hanzâde sultanlardır.
RÜYADAKİ GÜREŞ VE TÂBİRİ!
Babasının vefâtıyla küçük yaşta tahta oturan sultan Ahmed Hanı soyundan gelen asalet, vekar ve kabiliyetle, ilk iş olarak Erdel ve Eflak’ı kendi tarafına çekmeye çalıştı ve başarılı oldu. Bir gün rüyasında; “Avusturya kralı ile güreş tuttuğunu, fakat kendisinin arka üstü yere düştüğünü” görmüştü. Görünüşte rüya çok korkunçtu. Sabahleyin, derhâl huzura getirilen âlimler ve rüyâ tâbircilerinden hiç biri, bu rüyayı Pâdişâh’ı tatmin edecek şekilde tâbir edemediler. Nihayet Üsküdar’da bulunan Azîz Mahmûd Hüdâî’nin tâbir edebileceğini arzettiler. Ahmed Han da bir mektup yazarak, yakınlarından biriyle gönderdi ve tâbir edilmesini rica etti. Haberci, mektubu alıp sür’atle Üsküdar’a geçti. Azîz Mahmûd Hüdâî’nin kapısını çaldı. Mahmûd Hüdâî hazretleri, elinde bir zarf ile kapıya çıktı. Habercinin getirdiği mektubu alırken, kendi elindeki mektubu Pâdişâh’a vermesini istedi ve; “Sultânımızın gönderdiği mektubun cevâbıdır” buyurdu. Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci, derhâl Pâdişâh’a götürdü ve gördüklerini anlattı, Ahmed Han’ın gönderdiği mektup daha açılıp okunmadan cevâbı gönderilmişti. Sultan Ahmed Han, mektubu heyecanla okudu. Deniyordu ki: “Allahü teâlâ insan vücûdunda arkayı, cansız mahlûklarda ise toprağı, en kuvvetli olarak yarattı. İnsanın sırtı ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, Pâdişâhımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyla, bu rüyadan İslâm’ın temsilcisi olan Pâdişâhımızın, küffâra karşı zafer kazanacağı anlaşıldı.”
Pâdişâh bu tâbiri çok beğendi ve; “İşte gördüğüm rüyanın tâbiri budur” dedi. Derhâl Mahmûd Hüdâî hazretlerine bin altın hediye gönderdi. Duâsını alıp Avusturya üzerine yürüdü. Hudut boylarındaki kuvvetlerle birleşen Osmanlı ordusu, Avusturya’ya arka arkaya darbeler indirmeye başladı ve onları sulhe mecbur etti. Bilhassa Estergon’un ele geçirilmesi, Avusturyalıları perişan etti. Böylece on üç sene süren Osmanlı-Avusturya harbi, Zitvatoruk’ta nihayete erdi ve yirmi yıl müddetle andlaşma imzalandı. Bu andlaşmaya göre, Kanije, Estergon, Eğri kaleleri Osmanlılara geçti. Avusturya savaş tazminatı ödedi.
Sultan Ahmed Han’ın bu hâdiseden sonra, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerine bağlılığı ziyadesiyle arttı. Ziyaretine gidip, talebesi olmakla şereflendi. İlim ve feyzinden istifâdeye âzami gayret gösterdi. Sultan, bu nimete şükrünü şu şiiriyle dile getirmektedir;
Vârımı ben Hakk’a verdim, gayri vânım kalmadı,
Cümlesinden el çekip pes dû cihânım kalmadı.
Çünkü hubbullah erişti, çekti beni kendine,
Açtı gönlüm gözünü, gayri gümânım kalmadı.
Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi,
Sâfiyim, buldum safâyı, dü cihânım kalmadı.
Ahmedî der, “Yâ ilâhî! Sana şükrüm çok-durur”,
Hamdulillah aşk-ı Hak’tan, gayri vârım kalmadı.
FATİHA OKUYANLAR BİZİMDİR !..
Sultan Ahmed Han, hocası Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerini çok sever, ona karşı hürmet ve ikrâmda kusur etmezdi. Bir gün hocası Azîz Mahmûd Hüdâî ile sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tazelemek isteyen Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri için ibrik ve leğen getirdiler. Pâdişâh, hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu kendisi döktü. Sultan Ahmed Han’ın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı. Vâlide Sultan kalbinden; “Azîz Mahmûd Hüdâî’nin bir kerâmetini görseydim” diye geçirmişti. Bunun üzerine Mahmûd Hüdâî, Vâlide Sultân’ın gönlünden geçenleri vâkıf olarak; “Hayret! Bâzıları bizden kerâmet arzu ederler. Halîfe-i rûy-i zemînin elimize su dökmesi ve muhterem vâlidelerinin havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?” buyurdu. Sohbet esnasında Sultan Ahmed Han; “Efendim! Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin, kıyamet günü talebelerine ve günahkâr mü’minlere şefaat edeceği hakkında rivayetler var. Bu rivayetlerin doğruluğu hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl eyledi. Azîz Mahmûd Hüdâî hemen cevap vermedi. Bir müddet murakabe hâlinde kaldıktan sonra; “Bu söz doğrudur” buyurdu. Pâdişâh devam ederek; “Efendim! Acaba, zât-ı âlinizin bizlere bir vâd ve müjdeniz yok mudur?” diye sorunca, Mahmûd Hüdâî ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Kıyamete kadar bizim yolumuza katılanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kerre türbemize gelip ruhumuza Fatiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar denizde boğulmasınlar. Ömrünün sonlarında fakirlik görmesinler. İmânlarını kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler diye duâ eyledi. (Âlimler ve evliyâ, bu duânın kabul olduğunu, bu yola mensup olanların hiç denizde boğulmadıklarını ve pek çok kimsenin de vefât günlerine yakın, öleceklerini haber verdiklerini bildirdiler.)
Sultan Ahmed Han, bâzı devlet erkânıyla gezmeye çıktılar. Ormanlık bir yerde istirahat ederlerken hizmetçiler bir koyun kesip, kızarttılar. Pâdişâh’a ikrâm ettiler. Sultan Ahmed Han, Besmele çekerek elini ete uzattığı ân, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri orada beliriverdi. Pâdişâh’a; “Sultânım! Sakın yemeyiniz, o et zehirlidir” buyurdu. Etten bir mikdâr kesip, oradaki bir köpeğe verdiklerinde, köpeğin derhâl öldüğü görüldü.
Sultan Ahmed Han-I Devri Kronolojisi
8 Haziran 1604 : Safevîlerin Erivan kalesini teslim alması.
26 Temmuz 1604 : Sadrâzam Malkoç Ali Paşa’nın ölümü.
5 Ağustos 1604 : Lala Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini ve garb serdarlığı.
25 Eylül 1604 : Peşte’nin düşmandan geri alınması.
16 Ekim 1604 : Vaç kalesinin fethedilmesi.
3 Kasım 1604 : Şehzâde Osman’ın doğumu.
14 Haziran 1605 : Erdel milliyetçisi Bocskay’ın İstanbul’a elçiler göndermesi.
29 Ağustos 1605 : Estergon kalesi kuşatması ve Ciğerdelen kalesinin fethi.
8 Eylül 1605 : Vişgrad (Wissegras) kalesinin teslim alınması.
19 Eylül 1605 : Saint Thomas (Tepedelen) kalesi’nin fethi.
3 Ekim 1605 Estergon kalesinin teslim alınması.
21 Haziran 1606 : Sadrâzam Lala Mehmed Paşa’nın vefâtı ile Derviş Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
11 Kasım 1606 Zitvatorok (Zsitvatorok) andlaşmasının imzalanması.
11 Aralık 1606 : Kuyucu Murâd Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
4 Ocak 1610 : Sultan Ahmed Câmii’nin temel atma merasimi.
29 Nisan 1610 : İran seferi.
22 Ağustos 1611 : Nasuh Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
27 Temmuz 1612 : Şehzâde Murâd’ın doğumu.
20 Kasım 1612 : Osmanlı-Safevî barışı.
17 Ocak 1614 : Kara Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
1 Temmuz 1614 : Erdel mes’elesinin halli.
Ağustos 1614 : Kazakların Sinop baskını.
11 Eylül 1616 : Erivan kuşatması.
9 Haziran 1617 : İnşâatı biten Sultan Ahmet Câmii’nin ibâdete açılması.
27 Eylül 1617 : Osmanlı-Lehistan andlaşması.
22 Kasım 1617 : Sultan birinci Ahmed’in vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Bahtî Dîvânı (Millet Kütüphânesi, Ali Emîrî yazmaları)
2) Külliyât-ı Hazret-i Hüdâî (Mehmed Gülşen, İstanbul-1338-1340); sh. 151
3) Silsilenâme-i Cevletiyye (İsmâil Hakkı Bursevî, Üniversite Kütüphânesi, Türkçe yazmalar, No: 1896); Vr. 52a
4) Tıbyân-ı vesâil-il-hakâyık (Süleymâniye Kütüphânesi, Hâfız İbrâhim Efendi kısmı, No: 430);Vr. 227b
5) Hadîkat-ül-cevâmi; cild-1, sh. 18
6) Târih-i Nâimâ; cild-1, sh. 357
7) Târih-i Peçevî (İstanbul tarihsiz); cild-2, sh. 290
8) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 118, cild-15, sh. 346
9) Hülefâ-i ızâm-ı Osmâniye hazarâtının Haremeyn-i şerîfeyndeki âsâr-ı mebrûre ve meşkûre-i hümâyûnları (İstanbul-1318); sh. 33
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye
11) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî); sh. 522, 608
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 191
13) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 99
14) Büyük Türkiye Târihi; cild-5, sh. 74
15) Hammer; cild-8, sh. 3
16) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi cild-3, sh. 229
17) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 784
18) Hulâsat-ül-eser; cild-1, sh. 284
Babası.................... : Mehmed Han-III
Annesi.................... : Handan Sultan
Doğumu.................. : 18 Nisan 1590
Vefâtı...................... : 22 Kasım 1617
Tahta Geçişi............ : 21 Aralık 1603
Saltanat Müddeti..... : 14 sene
Halîfelik Sırası........ : 79
Osmanlı pâdişâhlarının on dördüncüsü, İslâm halîfelerinin yetmiş dokuzuncusu. Sultan üçüncü Mehmed Han’ın oğlu; ikinci Osman Han, dördüncü Murâd Han ve sultan İbrâhim Han’ın babasıdır. Babasının Saruhan vâliliği sırasında 1590 (H. 998)’de Manisa’da doğdu. On dört yaşında iken 1603’de pâdişâh oldu. On dört sene pâdişâhlıktan sonra 1617’de İstanbul’da vefât etti. Kendi inşâ ettirdiği Sultan Ahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi.
Ahmed Han, henüz beş yaşında iken sıkı bir tâlim ve terbiyeye tâbi tutuldu. Zamanın ileri gelen âlimlerinden Aydınlı Mustafa Efendi, bu işle vazifelendirildi. Temel bilgileri öğrendi. Hocazâde Mehmed ve Es’ad efendilerden de ders alan Ahmed Han, bilhassa fıkıh ilminde ince bilgilere sâhib olup, Arabça ve Farsça’yı mükemmel bilirdi. Ok atmak, kılıç kullanmak, ata binmek gibi savaş ve askerlik eğitiminde de gayet başarılı idi.
Şiirle de uğraşan Ahmed Han, zamanın evliyâsı Abdülmecîd Sivasî ile Azîz Mahmûd Hüdâî Üsküdârî hazretlerinden feyz alıp kemâle geldi. Çok merhametli, tebeasına karşı ziyadesiyle şefkatli idi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakta, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin sünnet-i şerifine yapışmakta pek titiz, insanların ve diğer mahlûkâtın hakkını gözetmekte çok dikkatli idi. Babasının vefâtı üzerine, 1603 yılında Eyyûb Sultan’da kılıç kuşanarak pâdişâh oldu.
Sultan birinci Ahmed Han tahta geçtiğinde, Osmanlı Devleti’nin başında üç büyük mes’ele vardı. Doğuda İran ve batıda Avusturya ile daha önce çıkan harbler devam etmekteydi. Üçüncüsü ise uzun süren savaşlar sonunda ülke içinde asayişsizlik artmış ve çevrelerine otuz-kırk bin kişilik bir kuvvet toplamayı başarabilen celâlîler, devletin başına belâ olmuşlardı.
Osmanlı-Avusturya harbi, 1593 yılında Telli Hasan Paşa’nın Hırvatistan hududunda Sisek kalesini muhasarasını müteâkib yaptığı son bir akında köprünün yıkılması üzerine, kendisi ile Sultanzâde demekle meşhur Kilis sancakbeyi Ahmed Paşazade Mehmed Bey ve daha bir çok hudut beyleri ile askerden on sekiz bin kişinin telef olmasıyla başlamıştı. Harbin ilk yılları Osmanlı Devleti’nin aleyhine gelişmiş, Erdel, Eflâk ve Boğdan’ın, Avusturya safında yer almaları ve voyvodaların isyânları Osmanlıları güç durumda bırakmıştı. Neticede Estergon düşmüş, İstanbul’a mağlûbiyet haberleri gelmişti. Ahmed Han’ın babası sultan üçüncü Mehmed Han, ordusunun başında giderek Eğri kalesini fethetmiş, Haçova’da bütün Avrupa milletlerinden meydana gelen haçlı ordusunu korkunç bir hezimete uğratmıştı. Tiryâki Hasan Paşa, Kanije kalesinde düşmana karşı kahramanca çarpışmış, destanlar yazdırmıştı.
İran Harpleri
Batıda zafer kazanılıp barış sağlanırken, doğuda İran şahı Abbâs, eline geçirdiği Ehl-i sünnet ulemâsını öldürmekten, şehirlerin kâdılarının başını vurmaktan büyük zevk alıyordu. İran’la 1590 yılında yapılan İstanbul Andlaşmasıyla barış sağlanmıştı. Ancak birinci Abbâs, memleketinde idareyi düzelttikten sonra, Osmanlıların Avusturya ile harplerini ve Anadolu’da büyük boyutlara ulaşan celâli isyânlarını fırsat bilerek Tebriz, Azerbaycan ve Revan’ı işgal etti. Osmanlı Devleti bu sırada celâli isyânları ile meşgul olduğundan İran mes’elesi ile yakından ilgilenemedi. Veziriazam Kuyucu Murâd Paşa’nın İran seferi sırasında vefâtı, Osmanlı Devleti’nin İran’a karşı kesin bir zafer kazanmasını engellemişti. Bu sebeble çeşitli fasılalarla dokuz yıl süren harbin sonunda 1612’de İkinci İstanbul Andlaşması imzalandı. Bu andlaşma ile İran, ele geçirdiği bölgelere hâkim oluyor, buna karşılık Osmanlılara her yıl ikiyüz yük ipek vermeği kabul ediyordu. Fakat Acemler bu sözlerinde durmayınca, 1615 yılında, İran’a harp ilân edildi. Şâh Abbâs-ı Safevî, Osmanlılarla yeni bir harbe girmekten çekiniyordu. Durumun ciddiyetini anlayınca, araya yeniden elçiler koyarak, eski andlaşma gereği sulh yapılmasını sağladı. Böylece 1619 yılında Bağdâd ve Ahıska taraflarında Osmanlı-Safevî hududu tâyin edildi.
Celâli İsyânları
Osmanlılarda isyân, ihtilâl, devrim gibi şeyler kimsenin aklına gelmiyordu. Osmanlıya düşman olanların yurt dışından yaptıkları kışkırtmalarla çıkardıkları Samavnelioğlu Bedreddîn, celâli ve hurûfî ayaklanmaları milletin güç birliği ile az zamanda bastırılmıştı. Osmanlı târihlerinde celâli adıyla zikredilen şii-İran destekli âsî zümreler, sultan Ahmed Han zamanında Osmanlı’nın dış gailelerle uğraşmasından istifâde ederek halkı soymaya, öldürmeğe başladılar. Bunlar arasında en meşhuru, Karayazıcı şöhretiyle anılan Abdülhalim isminde bir şakî idi. Etrafına otuz bin kişilik bir sekban grubu toplayan Karayazıcı, Kayseri ile civarını yakıp yıktı ve üzerine gönderilen kuvvetleri bozdu. Neticede Bağdâd vâlisi vezir Sokulluzâde Hasan Paşa, âsiler üzerine gönderildi. Elbistan taraflarındaki muhârebeyi kaybeden Karayazıcı, Samsun taraflarına çekildi ve çok geçmeden de öldü.
Fakat Karayazıcı’nın kardeşi Deli Hasan ile Tavil Ahmed, Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Yûsuf Paşa ve Muslu Çavuş adındaki şakiler Anadolu’yu kana boyamaya devam ettiler. Bu durumu dikkatle tâkib eden sultan birinci Ahmed Han, Avusturya ile Zitvatoruk Andlaşması’nın imzalanmasından sonra, vezîriâzam Murâd Paşa’yı celâlîler üzerine gönderdi. İran muhârebeleri sırasında kuyuya düşmesinden dolayı Kuyucu lakabını alan Murâd Paşa, durumu gözden geçirdi ve celâlilerin Anadolu’nun her tarafını tuttuklarını gördü. Bu sebeple, önce onları bölme yoluna gitti. Kendisi, Anadolu’da hükümdarlığını ilân eden Canbolatoğlu üzerine yürürken, Manisa, Bursa ve havâlisinde korkunç bir celâli şakisi olan Kalenderoğlu’na, Ankara sancakbeyliğini verdi. Böylece çok dâhice bir siyâset tâkib eden Kuyucu Murâd Paşa, hepsini tek tek ortadan kaldırmayı başardı. Kuyucu Murâd Paşa’nın üç sene süren temizleme faaliyeti neticesinde Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Tavil ile kardeşi Me’mun, Muslu Çavuş ve Yûsuf Paşa, ayrıca yüz, bin, üç biner kişilik kuvvetlerle şekâvet yapan kırk sekiz çete kuvvetlerinden tamâmı te’sirsiz hâle getirilmiş ve cezâları verilmişti.
On üç, on dört sene süren bu isyânlar sebebiyle, Suriye, Irak ve Anadolu adetâ elden çıkmış denecek vaziyete gelmiş, âsâyiş kalmamış, ticâret durmuş ve iktisâdi hayat tamamen çökmüştü. Ayrıca, âsîlerin zulmünden, köylüler, şehir ve kasabalara sığındıkları için zirâat yapılamamış ve memlekette kıtlık baş göstermişti. Böylece tımarlı sipahinin maîşeti ziyadesiyle azaldığından, sultan Ahmed Han, köylünün yerlerine dönmesini ve ticâret sâhiblerina kolaylık gösterilmesi için, eyâletlere tavsiye yollu fermanlar gönderdi. Ayrıca Adalet nâme adı ile Anadolu’daki bütün fenalıktan, celâlîliği doğuran sebebleri ve halkın ızdârâbını dile getiren bir ferman çıkardı.
Sultan Ahmed Han devrinde Osmanlı Devleti, iç gaileler sebebiyle bilhassa İran harbi ile yeterince ilgilenememiş ve toprak kaybetmiştir. Bu iki büyük gaile arasında Avusturya-Alman İmparatorluğu’yla yapılan savaştan, Osmanlı Devleti kazançlı çıkarak güçlü olduğunu göstermiştir.
Sultan Ahmed Han, memleketinin îmân için çok çalıştı. Yaptığı hayırlı hizmetlerinin başında bugün yerli ve yabancı herkesin hayran kaldığı kendi ismiyle bilinen Sultan Ahmed Câmii’ni yaptırmasıdır ki, yerini tesbit edip, temel atma merasimi için hocası Azîz Mahmûd Hüdâî ve diğer âlimleri davet etti. Temel atmak için ilk kazmayı, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri vurdu. Pâdişâh da yoruluncaya kadar temeli kazdı. Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırılan altı minaresi, 24 metre çapında kubbesi, 21.043 çinisi bulunan Sultan Ahmed Câmii, aşevi, İmaret, medrese, mektep, dârüşşifâ, askerler için odalar, dükkânlar, bir sebil ve Pâdişâh için hazırlanan türbeden müteşekkil bir külliye ile beraber faaliyete hazır hâle getirildi. Açılış için Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri davet edildi. Fakat o gün fırtına vardı ve deniz şiddetli dalgalı idi. Bu sebeple kayıkçılar denize açılmaya cesaret edemiyorlardı. Mahmûd Hüdâî, Üsküdar iskelesine geldi ve husûsî kayıkçısına emrederek, yanında bir kaç talebesiyle birlikte Sarayburnu’na doğru açıldı. Allahü teâlânın izniyle kayığın ön, arka ve yanlarından bir kayık mesafesinde deniz süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç tesir etmiyordu. Herkes korkudan denize çıkmazken, Azîz Mahmûd Hüdâî kayığıyla selâmetle karşıya geçti. Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola Hüdâî yolu dendi. Muhteşem merasimlerle câmi açıldı. Cumâ hutbesini Azîz Mahmûd Hüdâî (r. aleyh) okudu (Bkz. Sultan Ahmed Câmii).
Dindarlığı ve insanlara merhameti ile tanınan sultan Ahmed Han, bilhassa Mekke ve Medîne’ye pek çok hayırlı hizmetler yaptı. O zamana kadar Mısır’da dokunan Kâbe-i muazzamanın örtülerini İstanbul’da dokuttu. İstanbul’da kurdurduğu özel atölyelerde Kâbe için altın oluklar yaptırdı. Zemzem kuyusu için demirden bir kafes yaptırarak, suyun bir metre altına yerleştirtdi. Böylece kuyuya düşen müslümanların boğulması önlendi. Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Ravda-i mutahherasını çok kıymetli hediyelerle süsledi. Memlekette otorite boşluğundan ortaya çıkan serkeşlikleri, tam bir vukûfiyetle seçtiği ehil devlet adamlarının kuvvetli otoriteleriyle ortadan kaldırdı.
Sultan Ahmed Han, her müslüman gibi Resûlullah efendimizi canından çok severdi. Resûlullah efendimizin mübarek ayağının resmini yaptırdı. Bu resmi, altına yazdığı şu dörtlükle beraber devamlı başında taşırdı.
Nola tâcum gibi bâşumda götürsem dâim,
Kademi resmini ol hazret-i şâh-ı Resulün.
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.
Şiirlerinde tahta çıktığı yılın ebced hesabıyla karşılığı olan “Bahtî ve “Ahmedî mahlaslarını kullanırdı. Pek ince mânâları ihtiva eden şu şiir onundur:
İki cânib gibi serdâr-ı âlişâna kuvvet ver,
Kulaguz olmak için bunlara cünd-i adalet ver,
Gazâya azmeden Gâzilere her yerde fursat ver,
İlâhî! Müjde-i feth ü zaferle kalbe rahat ver,
Habîbin hürmetine asker-i İslama nusret ver,
Ezelden, hadden efzûn lütfunu yâ Rab, göregeldim.
Beni serverlere serdâr-ı âlîşân eden sensin,
Bu âciz bedeni, serdefter-i merdân eden sensin,
Duâ-yı hayrını makbûl edüp ihsân eden sensin,
Yoğ iken var edüp bu Ahmed’i sultân eden sensin,
Habîbin hürmetine asker-i İslâm’a nusret ver,
Ezelden, hadden efzûn lütfunu yâ Rab, göregeldim.
Ömrü boyunca Allahü teâlânın dînine hizmet için çalışan, hak ve adaletten ayrılmayan, birinci Ahmed Hân, 1617 (H. 1026) senesinde hastalandı. Sırtında bir yara çıkmıştı. Mâbeynci Mustafa, Sultan’ın vefâtından bir gün önce huzurunda iken, Ahmed Han’ın odada sahibini göremediği kimselere dört defa; “Ve aleyküm selâm” dediğini işitti. Sebebini sorduğunda, sultan Ahmed Han; “Şu anda yanıma hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali geldiler. Bana; “Sen, dünyâ ve âhiretin sultanlığını kendinde toplamışsın. Yarın Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem efendimizin yanında olacaksın” buyurdular” cevâbını verdi. Hakîkaten ertesi gün vefât etti.
Cenazesinin yıkanması için hocası Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri davet edildi. Ancak; “Sultânımı çok severdim. Şimdi dayanamam. İhtiyarlığım sebebiyle beni mazur görün” buyurdu. Talebelerinden Şaban Dede’yi gönderdi. Şeyhülislâm Hocazâde Mehmed Çelebi’nin kıldırdığı cenaze namazından sonra, kendi yaptırdığı Sultan Ahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi.
Küçük yaşta sultan olup, yirmi sekiz yaşında vefât eden sultan Ahmed Han’ın, çocuk yaşında iken gösterdiği dirayet ve kabiliyeti dikkate şayandır. Sultan Selîm Han gibi son derece sâde giyinirdi. Her fırsatta halk arasında dolaşır ve dertlerini dinlerdi. İstanbul’un yanında; Bursa, Edirne ve Çanakkale’de de halkın arasına girip dolaşırdı. Gayet kuvvetli, çok iyi binici, atıcı, avcı ve silâhşordu. Bu meziyetleri oğulları ikinci Osman’la, dördüncü Murâd’a da intikâl etmiştir.
Sultan birinci Ahmed Han, Mahfiruz Sultan ve Mahpeyker Sultan ile evlenmiş ve bunlardan sekiz erkek, dört kızı olmuştur. Erkek çocukları, Genç Osman, dördüncü Murâd, Mehmed, Süleymân, Bâyezîd, Hüseyin, Kasım ve İbrâhim’dir. Kızları ise; Ayşe, Fatma, Âtike, Hanzâde sultanlardır.
RÜYADAKİ GÜREŞ VE TÂBİRİ!
Babasının vefâtıyla küçük yaşta tahta oturan sultan Ahmed Hanı soyundan gelen asalet, vekar ve kabiliyetle, ilk iş olarak Erdel ve Eflak’ı kendi tarafına çekmeye çalıştı ve başarılı oldu. Bir gün rüyasında; “Avusturya kralı ile güreş tuttuğunu, fakat kendisinin arka üstü yere düştüğünü” görmüştü. Görünüşte rüya çok korkunçtu. Sabahleyin, derhâl huzura getirilen âlimler ve rüyâ tâbircilerinden hiç biri, bu rüyayı Pâdişâh’ı tatmin edecek şekilde tâbir edemediler. Nihayet Üsküdar’da bulunan Azîz Mahmûd Hüdâî’nin tâbir edebileceğini arzettiler. Ahmed Han da bir mektup yazarak, yakınlarından biriyle gönderdi ve tâbir edilmesini rica etti. Haberci, mektubu alıp sür’atle Üsküdar’a geçti. Azîz Mahmûd Hüdâî’nin kapısını çaldı. Mahmûd Hüdâî hazretleri, elinde bir zarf ile kapıya çıktı. Habercinin getirdiği mektubu alırken, kendi elindeki mektubu Pâdişâh’a vermesini istedi ve; “Sultânımızın gönderdiği mektubun cevâbıdır” buyurdu. Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci, derhâl Pâdişâh’a götürdü ve gördüklerini anlattı, Ahmed Han’ın gönderdiği mektup daha açılıp okunmadan cevâbı gönderilmişti. Sultan Ahmed Han, mektubu heyecanla okudu. Deniyordu ki: “Allahü teâlâ insan vücûdunda arkayı, cansız mahlûklarda ise toprağı, en kuvvetli olarak yarattı. İnsanın sırtı ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, Pâdişâhımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyla, bu rüyadan İslâm’ın temsilcisi olan Pâdişâhımızın, küffâra karşı zafer kazanacağı anlaşıldı.”
Pâdişâh bu tâbiri çok beğendi ve; “İşte gördüğüm rüyanın tâbiri budur” dedi. Derhâl Mahmûd Hüdâî hazretlerine bin altın hediye gönderdi. Duâsını alıp Avusturya üzerine yürüdü. Hudut boylarındaki kuvvetlerle birleşen Osmanlı ordusu, Avusturya’ya arka arkaya darbeler indirmeye başladı ve onları sulhe mecbur etti. Bilhassa Estergon’un ele geçirilmesi, Avusturyalıları perişan etti. Böylece on üç sene süren Osmanlı-Avusturya harbi, Zitvatoruk’ta nihayete erdi ve yirmi yıl müddetle andlaşma imzalandı. Bu andlaşmaya göre, Kanije, Estergon, Eğri kaleleri Osmanlılara geçti. Avusturya savaş tazminatı ödedi.
Sultan Ahmed Han’ın bu hâdiseden sonra, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerine bağlılığı ziyadesiyle arttı. Ziyaretine gidip, talebesi olmakla şereflendi. İlim ve feyzinden istifâdeye âzami gayret gösterdi. Sultan, bu nimete şükrünü şu şiiriyle dile getirmektedir;
Vârımı ben Hakk’a verdim, gayri vânım kalmadı,
Cümlesinden el çekip pes dû cihânım kalmadı.
Çünkü hubbullah erişti, çekti beni kendine,
Açtı gönlüm gözünü, gayri gümânım kalmadı.
Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi,
Sâfiyim, buldum safâyı, dü cihânım kalmadı.
Ahmedî der, “Yâ ilâhî! Sana şükrüm çok-durur”,
Hamdulillah aşk-ı Hak’tan, gayri vârım kalmadı.
FATİHA OKUYANLAR BİZİMDİR !..
Sultan Ahmed Han, hocası Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerini çok sever, ona karşı hürmet ve ikrâmda kusur etmezdi. Bir gün hocası Azîz Mahmûd Hüdâî ile sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tazelemek isteyen Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri için ibrik ve leğen getirdiler. Pâdişâh, hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu kendisi döktü. Sultan Ahmed Han’ın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı. Vâlide Sultan kalbinden; “Azîz Mahmûd Hüdâî’nin bir kerâmetini görseydim” diye geçirmişti. Bunun üzerine Mahmûd Hüdâî, Vâlide Sultân’ın gönlünden geçenleri vâkıf olarak; “Hayret! Bâzıları bizden kerâmet arzu ederler. Halîfe-i rûy-i zemînin elimize su dökmesi ve muhterem vâlidelerinin havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?” buyurdu. Sohbet esnasında Sultan Ahmed Han; “Efendim! Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin, kıyamet günü talebelerine ve günahkâr mü’minlere şefaat edeceği hakkında rivayetler var. Bu rivayetlerin doğruluğu hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl eyledi. Azîz Mahmûd Hüdâî hemen cevap vermedi. Bir müddet murakabe hâlinde kaldıktan sonra; “Bu söz doğrudur” buyurdu. Pâdişâh devam ederek; “Efendim! Acaba, zât-ı âlinizin bizlere bir vâd ve müjdeniz yok mudur?” diye sorunca, Mahmûd Hüdâî ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Kıyamete kadar bizim yolumuza katılanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kerre türbemize gelip ruhumuza Fatiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar denizde boğulmasınlar. Ömrünün sonlarında fakirlik görmesinler. İmânlarını kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler diye duâ eyledi. (Âlimler ve evliyâ, bu duânın kabul olduğunu, bu yola mensup olanların hiç denizde boğulmadıklarını ve pek çok kimsenin de vefât günlerine yakın, öleceklerini haber verdiklerini bildirdiler.)
Sultan Ahmed Han, bâzı devlet erkânıyla gezmeye çıktılar. Ormanlık bir yerde istirahat ederlerken hizmetçiler bir koyun kesip, kızarttılar. Pâdişâh’a ikrâm ettiler. Sultan Ahmed Han, Besmele çekerek elini ete uzattığı ân, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri orada beliriverdi. Pâdişâh’a; “Sultânım! Sakın yemeyiniz, o et zehirlidir” buyurdu. Etten bir mikdâr kesip, oradaki bir köpeğe verdiklerinde, köpeğin derhâl öldüğü görüldü.
Sultan Ahmed Han-I Devri Kronolojisi
8 Haziran 1604 : Safevîlerin Erivan kalesini teslim alması.
26 Temmuz 1604 : Sadrâzam Malkoç Ali Paşa’nın ölümü.
5 Ağustos 1604 : Lala Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini ve garb serdarlığı.
25 Eylül 1604 : Peşte’nin düşmandan geri alınması.
16 Ekim 1604 : Vaç kalesinin fethedilmesi.
3 Kasım 1604 : Şehzâde Osman’ın doğumu.
14 Haziran 1605 : Erdel milliyetçisi Bocskay’ın İstanbul’a elçiler göndermesi.
29 Ağustos 1605 : Estergon kalesi kuşatması ve Ciğerdelen kalesinin fethi.
8 Eylül 1605 : Vişgrad (Wissegras) kalesinin teslim alınması.
19 Eylül 1605 : Saint Thomas (Tepedelen) kalesi’nin fethi.
3 Ekim 1605 Estergon kalesinin teslim alınması.
21 Haziran 1606 : Sadrâzam Lala Mehmed Paşa’nın vefâtı ile Derviş Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
11 Kasım 1606 Zitvatorok (Zsitvatorok) andlaşmasının imzalanması.
11 Aralık 1606 : Kuyucu Murâd Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
4 Ocak 1610 : Sultan Ahmed Câmii’nin temel atma merasimi.
29 Nisan 1610 : İran seferi.
22 Ağustos 1611 : Nasuh Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
27 Temmuz 1612 : Şehzâde Murâd’ın doğumu.
20 Kasım 1612 : Osmanlı-Safevî barışı.
17 Ocak 1614 : Kara Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
1 Temmuz 1614 : Erdel mes’elesinin halli.
Ağustos 1614 : Kazakların Sinop baskını.
11 Eylül 1616 : Erivan kuşatması.
9 Haziran 1617 : İnşâatı biten Sultan Ahmet Câmii’nin ibâdete açılması.
27 Eylül 1617 : Osmanlı-Lehistan andlaşması.
22 Kasım 1617 : Sultan birinci Ahmed’in vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Bahtî Dîvânı (Millet Kütüphânesi, Ali Emîrî yazmaları)
2) Külliyât-ı Hazret-i Hüdâî (Mehmed Gülşen, İstanbul-1338-1340); sh. 151
3) Silsilenâme-i Cevletiyye (İsmâil Hakkı Bursevî, Üniversite Kütüphânesi, Türkçe yazmalar, No: 1896); Vr. 52a
4) Tıbyân-ı vesâil-il-hakâyık (Süleymâniye Kütüphânesi, Hâfız İbrâhim Efendi kısmı, No: 430);Vr. 227b
5) Hadîkat-ül-cevâmi; cild-1, sh. 18
6) Târih-i Nâimâ; cild-1, sh. 357
7) Târih-i Peçevî (İstanbul tarihsiz); cild-2, sh. 290
8) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 118, cild-15, sh. 346
9) Hülefâ-i ızâm-ı Osmâniye hazarâtının Haremeyn-i şerîfeyndeki âsâr-ı mebrûre ve meşkûre-i hümâyûnları (İstanbul-1318); sh. 33
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye
11) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî); sh. 522, 608
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 191
13) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 99
14) Büyük Türkiye Târihi; cild-5, sh. 74
15) Hammer; cild-8, sh. 3
16) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi cild-3, sh. 229
17) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 784
18) Hulâsat-ül-eser; cild-1, sh. 284