//--> osmanli-devleti1299 | Osmanli Devleti | osmanli padisahlari | osmanli vezirleri | Osmanli Ansiklopedi Bilgileri


Osmanli Bizim Çektiğimiz Videolar

osmanli-devleti1299 | Osmanli Devleti | osmanli padisahlari | osmanli vezirleri | Osmanli Ansiklopedi Bilgileri

osmanli haberleri


Büyük İzmir Yangını ilk kez yayınlanacak
osmanli-devleti1299 tarih 17.03.2010, 21:32 (UTC)
 "Büyük İzmir Yangını" ve sonrasına ait bugüne kadar gün yüzüne çıkmamış görüntüleri yayınlanacak.

"Büyük İzmir Yangını" ve sonrasına ait bugüne kadar gün yüzüne çıkmamış görüntüleri ile "İlk Kurşun"u atan gazeteci Hasan Tahsin'in ses ve görüntü kayıtları 15 Mayıs'ta ilk kez yayınlanacak.

"Büyük İzmir Yangını" ve sonrasına ait bugüne kadar gün yüzüne çıkmamış görüntüler ile "İlk Kurşun"u atan gazeteci Hasan Tahsin'in ses ve görüntü 15 Mayıs'ta düzenlenecek "İzmir'in İşgali ve Kuvayi Milliye" konulu panelde ilk kez yayınlanacak.

İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi (APİKAM), İzmir'in işgalinin yıldönümü olan 15 Mayıs'ta düzenleyeceği "İzmir'in İşgali ve Kuvayi Milliye" konulu panelde, bugüne kadar gün yüzüne çıkmamış 87 yıllık görüntüleri sunacak.

Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Ahmet Mehmetefendioğlu, Ege Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zeki Arıkan ve Gazeteci - Yazar Yaşar Aksoy'un konuşmacı olarak katılacağı paneli Gazeteci-Yazar Hasan Tahsin Kocabaş yönetecek.

Görüntüler için Romanya ve İsviçre Dışişleri Bakanlıkları'ndan destek alınırken, Yunanistan'da mübadeleyi yaşamış olan Rumlarla, belgesel yönetmeni Tahsin İşbilen tarafından röportaj yapıldı. En genci 93, en yaşlısı ise 107 yaşında olan Türk ve Rum kökenli İzmirliler, o günlere ait anılarını anlattılar.

İzmir Yangını'na ilişkin toplam 6 dakikalık görüntünün bulunduğu belgeselde, yangının büyüklüğü bir kez daha gözler önüne serilecek. Hem gündüz hem de gece çekimlerinde yangının dehşeti olanca canlılığı ile yer alırken, yangın sonrasında İzmir'in geldiği harabe durum da net bir şekilde görülüyor. Belgeselde ayrıca, İzmir'in işgalinin ardından Sultanahmet'te düzenlenen işgal karşıtı miting, Türk askerinin İzmir'e girmesi, Vilayet Konağı'na Türk Bayrağı'nın çekilmesi, Kordon'dan kayıklara binerek açıklardaki gemilere binmeye çalışan Rumlar'ın görüntüleri de tüm gerçekliği ile yer alıyor.
Kaynak: Ajanslar
 

Nedir bu Yavuz Sultan Selim’le alıp veremediğiniz
kors@n tarih 06.03.2010, 12:14 (UTC)
 


Son zamanlarda sık sık , Yavuz Sultan Selim kırk bin Alevi’yi kesti, gibisinden haberler ya da yorumlar çıkmaya başladı.

Her şeyden önce Alevi olduğu öne sürülen, ünlü tarihçi Mustafa Akdağ’ın Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi adlı yapıtına bir göz atarsanız şu satırları okursunuz: “Yavuz Sultan Selim’in o zaman, Kızılbaş mezhepli kırk bin kişi öldürttüğü hakkında tarihlere geçmiş bir rivayet vardır... Ancak biz bunu pek şişirilmiş bir sayı bulmaktayız. Çünkü, bu Padişah’ın dönemine ait pek çok mahkeme defterleri hala elimizdedir. Bunlar üzerine yaptığımız araştırmalarda, bu çapta kitle idamlarına rastlayamadık. Eğer öyle kanlı bir olay geçseydi, bnu defterlerde yer alması zorunluydu.” Sayıyı çok abartılı bulan diğer bir tarihçi Robert Mantran şunları söylüyor: “Göründüğü kadarıyla bu büyücü avı, özellikle olaylara bulaşan tımar sahiplerini yerlerinden atmak ve bilinen ele

başılarını öldürmekten ibaret kaldı. Elde, 1513 ya da 1514’te olduğu söylenen, kırk bin kişinin kırılması efsanesini destekleyen hiç bir kanıt yok.”
Alevilerin öldürüldüğü görüşünü destekleyenlerse, Yavuz Sultan Selim’in Şeyhülislam’ı olan Müftü El Hamza’nın 1512 tarihli fetvasını göstermekte ve bu fetvanın ‘katliamların’ izni olduğuna inanmaktadır. Ancak, birçok ciddi, aklı başında tarihci bu kırk bin sayısının doğruluğunu kanıtlar bir tek belge bulamadığını söylüyor. Bu bir söylenti, bir tür şehir efsanesinden öte gitmiyor. Ayrıca üzerinden 500 yıl geçmiş bir söylenti ya da olayı bu gün kaşımanın ve gündeme getirmenin nasıl bir mantığı olabilir, huzur bozmak istemenin dışında?

Yavuz’un Çaldıran seferini ise, tahta çıktığı günlerde, Osmanlı İmparatorluğu’nun çok sıkıntılı bir dönemden geçmesine bağlamak gerekir. Yoksa, amaç, Alevileri ortadan kaldırmak değildir. Bu sıkıntının kökeninde de Safevi Devleti yatmaktaydı, o günkü verilere göre.

Yavuz’la Şah İsmail’in ilginç mektupları

Yavuz, 20 Nisan 1514’de, Şah İsmail’in adamlarından olan Kılıç adlı biri aracılığıyla Şah İsmail’e, Farsça bir name gönderdi: “Fitneler çıkardınız. İslam büyüklerine küfürler ediyorsunuz,bunun cezası katldir; üzerinize geliyorum, işgal ettiğiniz Osmanlı memleketlerini geri veriniz” Lütfü Paşa Tarihi’ne göre, Şah İsmail, nameyi getiren Kılıç’ı öldürtmüştür. Yavuz’a yolladığı namedeyse: “Er isen meydana gelesin: Biz de senden kurtuluruz!” demiş ve Yavuz’a bir kadın elbisesiyle yaşmak yollamıştır. Yavuz’un yanıtı, Erzincan’a ulaştığında yola çıkar. Şah İsmail’i er meydanına davet ederek hala kendisinden bir eser olmadığını söyler.

Şah İsmail, cevap olarak, nameyi kaleme alan katiplerin yazılarını afyon etkisiyle yazdıklarını öne sürerek, altın bir hokkayla afyon macunu yollar. Şah İsmail’in afyon macunu yollamasının gerçek nedeni, II. Beyazid’in afyonkeşliğini ima edip Yavuz’un da afyon bağımlısı olduğunu belirtmek istemesidir. Yavuz’un yanıtı gecikmez: “Davete icabet edip uzun yollardan geçerek memleketine girdik. Ancak sen meydanda görünmüyorsun. Padişahların elindeki memleket onların nikahlısı gibidir; erkek ve yiğit olanlar kendisinden başkasının ona dokunmasına izin vermezler. Bense bunca gündür ülkende yürüyorum, hala senden haber yok. Seni korkutmamak için 40 bin kişiyi ayırıp Sıvas’la Kayseri arasında bıraktım; bundan sonra da saklanıp gözükmezsen erkeklik sana haramdır.
Miğfer yerine yaşmak, zırh yerine çarşaf giyip ihtiyar eyleyip serdarlık ve şahlık sevdasından vaz geçesin.” (İsmail Hakkı Uzunçarşılı-Büyük Osmanlı Tarihi Cit II)Bunca “name” alışverişinden sonra Osmanlı ve Safevi Orduları, 23 Ağustos 1514’te Çaldıran Ovasında karşılaşır; bozguna uğrayan Şah İsmail kaçarak yaşamını zor kurtarır. Yavuz Tebriz’e girer. Benim okuduğum ve araştırdığım ünlü tarihcilerin kitaplarında, Yavuz’un, “katliam yaptığı yolunda” somut bir bilgiye rastlamadım. Hele 40 bin Aleviyi öldürttüğü yolunda bir tek satır bulamadım; bütün tarihciler bunun gerçeklerle örtüşmediğini yazmakta.
Eğer aksini kanıtlayacak varsa buyursun yollasın, alıp okuyalım... Yoksa gereksiz yere huzur bozmaya bırakın lütfen!



DTP’Lİ 98 BELEDİYE BAŞKANININ ZIRVA ÖNERİSİ!

Pek bi rahatsız ya DTP’liler Öcalan’ın “daralan hücresinden”, toplanıp bi bildiri yayınlamışlar. Billdiriyi de Dişyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir okumuş ve Başbakan, Baykal ve Bahçeli 11 gün İmralı’da kalsın da insanlık dışı tecrit uygulamalarını görsün, demiş. Sanki Öcalan orada 11 yıldır, bir somun ekmek çaldığı için yatıyor! Adam otuz bin kişinin ölümünden sorumlu! Başbakan,Baykal ya da Bahçeli böyle bir suç mu işlemiş ki, onlarla teröristbaşını bir arada tutuyorsun? Yahu bu adamlar ve bu kafalar yüzünden Türkiye barışa hasret daha nice yıl geçirecek arkadaş kim bilir?!





ABD Osmanlı’nın parçalanmasından üzgün

Newsweek Dergisi, “Türklerin Zaferi” başlıklı bir yazıyla, “Ortadoğu’da yaşadığımız (ABD’nin) talihsizliklerin beklenmeyen kazançlısı Türkiye oldu”
demekte.

Yazıda, Türkiye’nin bölgede artık hiçbir rakibi olmadığı vurgulanıyor. Komşularıyla sıfır sorun siyaseti izleyen Türkiye’nin, ABD’nin Irak savaşından, siyasi anlamda büyük kazanç elde ettiğini belirtiliyor.

“Dönemin siyasileri, I. Dünya Savaşını, savaşlar dönemini bitirecek son savaş olarak görme eğilimindeydi.

Osmanlı İmparatorluğunu parçalayarak, aslında, barışı bitirecek son barışı yarattı!

Bugünse, Türkiye’nin bölgedeki yeni duruşu, ülkeyi her isteneni yapan bir araçtan ziyade, Washington için çok değerli bir ortağa dönüştürebilir. Dünya, 60 yıldır süren bu “barışı yok eden barış” dönemini sonlandırma yönünde adım atmaya çalışırken, hiçbir ülke, dağılan parçaları yerine yerleştirme konusunda Türkiye’den daha iyi durumda değil.”
 

vatan topraginda yabanci hatiralar
kors@n tarih 25.02.2010, 23:01 (UTC)
 Osmanlı güzellemeleriyle birlikte Abdülhamid dönemi kitapları birbiri ardına yayınlanmaya başladı. Bunlardan biri de Şadiye Osmanoğlu’nun (II. Abdülhamid’in Kızı) Timaş Yayınlarından çıkan ‘Babam Abdülhamid’ adını taşıyan hatıratı.

Hatıratlarda, duygusal bir dil tutturulmaya çalışılmış; okuyucunun duygusallığına oynanarak, okuyucuda Abdülhamid’e haksızlık yapıldığı kanısı uyandırılmaya çalışılıyor. Şadiye Osmanoğlu; Meşrutiyet savunucularını ve Cumhuriyet’in kurucu kadrolarını direkt suçlamaya cesaret edemese de Abdülhamid ve ailesini çilekeş Osmanlı köylüsünden daha ağır şartlarda yaşayan bir “reaya” olarak lanse etmek için büyük çaba sarf ediyor. Acındırma edebiyatı ve okuyucunun duygularına oynama taktiği ile Meşrutiyet savunucularına ve Cumhuriyet’in kurucu kadrolarına, okuyucunun nefret beslemesini amaçlıyor anılarında Osmanoğlu.



Kendi halkına ve toprağına yabancı hanedanın bir üyesi Şadiye Osmanoğlu, anılarının arasına sıkıştırdığı “vatan hasretli” cümleler durumu kurtarmaya yetmiyor. Çünkü anıların devamında ya paçayı ele veriyor ya itiraf ediyor.



Yoksullukla, açlıkla savaşlarla, emperyalist ülkelere artan bağımlılığın yarattığı yıkımlar nedeniyle inim inim inleyen Anadolu köylüsü-emekçileri hiç yoktur anılarda. Şadiye Hanım’ın Anadolu köylüsü ile zaten bir anısı olamaz ancak halkın sefaletinden haberdar olduğu kesin. Hatıratlarında neler var neler yok ki: Sarayın lüks yaşamı, hastalık sebebiyle eşiyle gittiği Avrupa kentleri, Amerikan askerlerine övgüler, “sürgün” yıllarında yaptığı tatiller, geziler, kaldığı oteller ve yediği leziz yemekler…



Zevk ve Sefa İçinde Bir Yaşam

Anadolu köylüsü tarhana çorbasının yanına katık yapacak ekmek bulmakta güçlük çekerken, köylünün gırtlağına çökülerek alınan vergiler ile sarayımız bakın nasıl yaşıyor, hem de bu yaşamı süren Abdülhamid’in kızı Şadiye Osmanoğlu’nun kendi ağzından aktarıyorum:

Haremin esas meşgalesi, giyinmek ve süslenmekti, her düşünce bunun yanında ikinci mevkiyi işgal ederdi. 1



Yemeklerimizi annelerimizle beraber yerdik, soframız, çok bol ve çeşitli olurdu. Büyük bir gümüş sini içinde parçalanmış kuzu, tavuk, çorba, börek, çeşitli mevsim sebzeleri, pilav, sütlü krema, ekşi takımı adı verilen daha küçük tepside; havyar, peynir, çeşitli meyvalar, öğle ve akşam her gün soframızda bulunurdu. 2



Şehirden alış veriş yapmak, gençlik hayatımın, mesire eğlencelerinden, sonra gelen en mühim ve zevkli meşgalesi idi. 3



“Sürgün” Yıllarının Keyfi

Cumhuriyet’in ilan edilmesi ve Osmanlı hanedanın üyelerinin göç ettirilmesiyle Şadiye Osmanoğlu da 23 yıl boyunca yaşayacağı Fransa’ya göç eder. Hatıratında ‘gurbet ve kader yılları’ olarak isimlendirdiği bu bölümde önceki yaşamından az farkla lüks yaşamına devam eder. Fakat hatıratları okurken insanın aklına ‘Bu değirmenin suyu nerden geliyor?’diye sormak geliyor. Çünkü hatıratlarında çalışma yok; müzik eşliğinde yenen leziz yemekler, plajlar, tatiller, tekne gezintileri vs var.



Değirmenin suyu: Abdülhamid’in Su Bidonundan

Hareket Ordusu’nun Yıldız Sarayı’nı kuşatmasıyla (1908) Abdülhamid ilk önce Selânik’deki Alâtini Köşkü’nde daha sonra Beylerbeyi Sarayı’nda zorunlu ikametgâha tabi tutulur.



Yıldız Sarayı’ndan ayrılırken “tesadüfen alınan” su çantasının içinde sakladığı elmasları gerek Alâtini Köşkü’nde gerekse Beylerbeyi Sarayı’ndaki ‘sürgün’ yıllarında hiç yanından ayırmıyor Abdülhamid. Yıldız Sarayı’ndan ayrılırken Şadiye Osmanloğlu suça ortak oluyor; Bir aralık gözüme bir şey ilişti, bu Cuma alayına çıkarıldığı vakit, babamın arkasında duran harem ağasının elinde taşıdığı sarı çanta idi, merak edip ağalardan birine evvelce sormuştum: “Efendimizin su çantasıdır,” demişlerdi. Babacığım susuz kalır diye, sigaralarından sonra, hemen bu su çantasını da elime aldım.4 Şadiye Osmanoğlu bilerek veya bilmeyerek elmas dolusu çantayı alır ve Yıldız Sarayı’ndan Alâtini Köşkü’ne doğru yola çıkarlar. Abdülhamid’in oluşturduğu küçük haremde kimlerin olduğunu hatırattan öğreniyoruz: Babamın aşçısı, kahvecisi, dört tane harem ağası ve haremden kendi arzularıyla hizmet için gelen dört kız, mevcudun arasında idi.5



Alâtini Köşkü’ne varınca babasının susuzluk çektiğini düşünen kızı Şadiye: “Su çantanızı da getirdim, fakat anahtarı yok. Belki Nâdir Ağada kalmıştır, bir çakı olsa da kessek, belki susuzsunuz” dedim. Güldü ve “Bunda su yoktur, sudan daha mühim şey vardır. Bu hususu bilâhere seninle görüşürüz” dedi.6



Üç yıllık Alâtini Köşkü sürgününden sonra Abdülhamid 1912 yılında Alman gemisi ile Beylerbeyi Sarayı’na getirilir. Sadece bayramlarda ailesi ile görüşmesine izin verilir. Bir kurban bayramı ziyareti için diğer akrabalarından önce Beylerbeyi Sarayı’na giden Şadiye Osmanoğlu’nun bu erken ziyaretini fırsat bilen Abdülhamid, kızına övgüler düzdükten sonra odasına gider içinde ananas olan bir paketle geri döner. Ziyaretten sonra Erenköy’deki evine dönen Şadiye Hanım gece kocası ile birlikte konuşurken ananas aklına gelir. Kocasıyla birlikte paketi açarlar; Ananası, sarılı olduğu kağıdından çıkarırken, içinden, meyvanın dikenli kabuğu üzerine maharetle tatbik edilmiş küçük bir paket daha gördüm. Merakla açtık. İçinden elmaslar dökülmeye başladı. Hem hayret, hem de sevinç içinde kalmıştık. Taşlar da, değerlerine ve cinslerine göre, ayrı ayrı bükülmüş kağıtlara sarılmıştı. Ayrıca, bir de küçük not bulduk: “Su çantasında ki hakkın.”7



Abdülhamid’in 10 Şubat 1918’de ki ölümünden sonra su çantası (Abdülhamid’in sürekli yayında taşıdığı hazine) Beylerbeyi Sarayı’ndan gizlice alınmış içersindekiler de aile efradı arasında bölüşülmüştür. Şadiye Osmanoğlu böylece 1923 sonrası “sürgün” yıllarında saray yaşamını aratmayacak lüksünü Avrupa’da sürdürme olanağını fazlasıyla elde etmiştir. Bir ayrıntı ile elmasların nakit paraya çevrilmesi için tüccarlara ihtiyacı vardır. Fransa’da ikametimin beşinci yılında Hindistan tab’lı zengin bir inci tüccarı ile tanıştım. Esasen daha evvelden de dolayısıyla tanışıklığım olan bu ahbabım, yılın üçte bir kısmını Paris’te, diğer bir kısmını Londra’da , mütebâki aylarını da Bombay ve Bahrein’de geçirirdi.8



Parça parça elmasları satan Şadiye Hanım demek ki elmaslarını sattığı, dolaylı yoldan tanıdığı tüccar ile yüz yüze görüşmek istemiş olsa gerek, daha büyük satışlar için. Aralarındaki dostluluğun ilerlemesiyle, Hindli tüccar, Şadiye Hanım’ı Londra’daki köşküne davet eder. Şadiye Osmanoğlu saraylı yaşamını hatırlamış olsa ki daveti kabul eder ve hatıratında Londra gezisinden şöyle bahseder; Beni Londra’ya davet etti. Kızımla beraber gittim. Muhteşem bir apartmanı vardı. Hakkında fevkalede misafirperverlik gösteriyordu. Dört İngiliz uşağı evin işlerini görüyordu. Dostum, sabahları erken yazıhânesine iner, akşam geç dönerdi. Bizi, ikisi kız, ikisi erkek olan bu kibar hizmetkârlar, zengin möbleli şâhane evde ağırlarlardı. Sabah yemeklerini kızımla yalnız yerdik. Gündüz yine onunla Londra’yı gezerdik, başka tanıdıklarımızı da ziyaret ederdik.9 Bu iki aylık Londra gezisi saraylı yaşamını hatırlatmasının moralinden mi yoksa zenginleşmesinden mi bilinmez Şadiye Hanım Paris’te yeni bir yaşam kurar.



Paris’te Saray Yaşamı

Londra dönüşünde ikametgâhı Lorency’den sıkılmaya başlayan Şadiye Hanım, Villiers ve Courcelles arasında yeni bir apartman satın alır. Ardından bir yenisini de Courcelles Bulvarı’ndan satın alır. Mevkii pek hoşuma gidiyordu. Paris’in en sevdiğim yeri Prac Monceau’ya beş dakikalık mesafede bulunuyordu. Mahallenin ajansına gidip sordum. 2 numarayı taşıyan daireye hemen angaje oldum. İç taksimatını kendi zevkime göre yaptırdım. Altı odası vardı, salonu büyüktü. Satın aldığım bu yeni apartmana girip yerleşmem altı aylık bir bekleyişten sonra mümkün oldu.10



İkametgâh “sorununu” çözüme kavuşturan Şadiye Hanım için sırada gönül işleri vardır. İşte, Reşad ile böyle bir tesadüfle, yeni apartmanımı aldıktan dört sene sonra, bir dostumun çayında karşılaştım. Evime çağırıyordum. Paris’in şık lokantalarına yemeğe bazen yalnız çıkıyorduk. Boulogne ormanlarına giderdik, çimenlerin üzerinde gezer, ağaçların gölgelerinde oturur dinlenirdik. Bu ormanın mehtapları da cazip olurdu. Gölde küçük sandallara biner, kürek çeker, yarışırdık. 11 Flört ve birlikte çıkılan bir buçuk aylık Bruxelles ve Ostende tatilinden sonra evlenme kararı alan çift, nikâhın ise Hindli inci tüccarı Abbas Efendi tarafından kıyılmasını sağlıyor. Ostende’dan dönüşte ikimiz de Courcelles’e inmiştik. Hemen birinci akşam, sevgili dostumuz inci tüccarı Hindli Abbas Efendiyi akşam yemeğine davet ederek nikâhlarımızı Müslüman âdetlerine göre icra ettirdik.12



Tarihleri Aklında Tutamayan Şadiye Hanım!

Pek tarihleri hatırımda kalmadı. Zannedersem zevcimin ( ilk eşi ) vefatından bir buçuk yıl sonra Cumhuriyet ilan olundu.13 “Unutkan” Şadiye Hanım’a isterseniz biz yardımcı olalım: Cumhuriyet, çilekeş Anadolu köylüsünün mücadelesi ile verilen Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda 1923 yılında ilan edilmişti.



Cumhuriyet’in ilanını hatırlayamayan Şadiye Hanım bakın “sürgün” yıllarında Avrupa kentlerine eşi Reşad ile yaptığı gezileri bakın nasıl hatırlıyor, hem de numaralandırarak, vatan toprağına yabancı olmak böyle bir şey olsa gerek. Kışımızı takip eden tatil mevsiminde Vichy’ye gittik. Sonbaharda yeni yılı geçirmek üzere Nice’e gittik, Caen’da kaldık, sonra tekrar yuvamıza döndük.



Reşad’la üçüncü tatilimizi Pyrénées’lerde geçirdik. Sallies-de-Béarn ve Arcachon’un çamlıklarında, lâtif manzaraları içinde içinde yaşadık.

Müteakip tatilimiz için Vittel’i seçtik. İçmeleri ile meşhurdur.

Beşinci tatilimizi Normandie’de geçirdik.14



Altıncı tatilimizi pek iyi bildiğimiz Vichy’de, yedinciyi Biarritz’de geçirdik.



Sekizinci tatilimizi İsviçre’de, Leman gölü kıyısında geçirdik. Evian’a yerleşmiştik. Burası içme suyu ile meşhurdur. Vapurla gündüz Lausanne ve Montreux’ye gider, gece tekrar dönerdik. Etrafta dağ siluetlerine yamanmış şehir ve kasabaların gece ışıklarını, bu göl vapuru seyahatlerimizde seyrederdik.15 Eşiyle sonuncu tatilini Strasbourg’da geçirirken II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine Paris’e istemeyerek de olsa dönmek zorunda kalır Şadiye Hanım ve eşi Reşad Efendi.



Amerikalı Damad

II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru ABD’nin savaşa dahil olması ve Avrupa’ya asker yollaması ile birlikte Şadiye Hanım da “yükselen yıldız”ın Amerika olduğunun farkındadır. Kızının Amerikan askeri ile izdivacını büyük bir memnuniyetle karşılan Şadiye Hanım, kızımı ne kadar seviyorsam, damadımı da aynı bir ana hissiyle sevdim. Mesut bir izdivaç yapmaları için elimden gelen kolaylığı onlardan esirgemedim.16



Cümleleri ile bu evlilikten ne kadar mutluluk duyduğu dile getirmektedir.



Damadının Amerikalı olmasından mıdır yoksa Amerikancılığından mıdır bilinmez, Şadiye Hanım ABD’ye ve Amerikalılara övgüler düzmeden anılarını sonlandırmaz. O sırada muhitimizde, bir çok Amerikan subayları bulunuyordu. Toplantılara onları da çağırıyorduk. Kurtuluş ve zafer heyecanları içinde, yeni dostlarımız, incelikleri, bilhassa medeniyetlerinin kuvvetiyle bizi kendilerine bağlamaya muvaffak oluyorlardı.17 Amerikan milletinin zenginliği, askerlerine gösterdiği bu bakım ve ihtimamla belli oluyordu. 18

Ne de olsa “parlayan yıldız” ABD idi.
 

osmanli tarihi calismasiyla tanınan abd li profosor vefat etti
kors@n tarih 25.02.2010, 22:57 (UTC)
 Osmanlı tarihi alanında yaptığı çalışmalarla tanınan Prof. Dr. Stanford Shaw, bugün vefat etti. Türkiye Bilimler Akademisi`nden yapılan açıklamada, 16 Aralık`ta akademinin şeref üyeliğine seçilen, bu yılın eylül ayında Prof. Dr. Halil İnalcık ile birlikte Türk ve Türkiye tarihine katkılarından dolayı Türk Tarih Kurumu tarafından `Hizmet Madalyası ve Beratı` ile onurlandırılan 76 yaşındaki Shaw`ın    







Osmanlı arşivlerini kullanan ilk tarihçi olan Shaw`ın, Osmanlı Devleti`nin, Batı ve Doğu Avrupa`da baskı altındaki Musevilere sığınma hakkı tanıdığını ve bu durumun sonucu olarak Osmanlı Devleti`ne sığınan Musevilerin Osmanlı`nın iktisadi kalkınmasına, maliyesine, diplomasisine ve kültürüne yaptığı katkıları gün ışığına çıkardığı belirtildi. Türk Kurtuluş Savaşı ile ilgili 2 bin sayfalık eserinde, Türklerin Avrupa sömürgeciliği ve ekonomik hegemonyasından nasıl kurtulabileceğini gösterdiklerini anlatan Shaw, Türklerin bu savaşta gösterdiği başarının bir taraftan Atatürk`ün karizmatik lider kişiliğinden, diğer taraftan da İtilaf Devletleri`nin zaafiyetinin iyi değerlendirilmiş olmasından kaynaklandığına işaret etmişti. Shaw, Tanzimat Dönemi ile ilgili çalışmalarında da Batılı kurumların aynen taklit edilmesi durumunda modernleşme çabalarında sınırlı başarı elde edildiğinin, bunların Osmanlı gerçeklerine adapte edilmeye başlanmasıyla modernleşme çabalarının daha kalıcı olduğunun altını çizmişti. Ermeni soykırımı iddialarına akademik alanda karşı çıkan ve bunu belgelerle ortaya koyan Shaw`ın 1977 yılında Kaliforniya Üniversitesi`nde görevliyken evi bombalanmıştı.
 

osmanli nin basarisini arastiriyorlar
kors@n tarih 24.02.2010, 22:03 (UTC)
 
Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı Doç. Dr. Mustafa Budak, Osmanlı Devleti`nin yönetim başarısını merak eden yabancı araştırmacıların devlet arşivlerinde araştırma yaptığını belirtti.

Türkiye`de farklı kesimlerden araştırmacıların, çok farklı konularda araştırma yaptığını ifade eden Budak, ``geçmişte Osmanlı sınırları içinde yer alan ülkelerin araştırmacıları Osmanlı arşivlerine yoğun ilgi gösteriyor. Amerika`dan Japonya`ya, Finlandiya`dan Yemen`e, Kuzey Afrika ülkelerine, özellikle Osmanlı hinterlandı sınırları içinde geçmişte yer alan Balkanlar ve Arap dünyası olmak üzere yoğun bir talep var. Bunların dışında Amerikan ve Japon araştırmacılar arşivle daha yoğun şekilde ilgileniyorlar`` dedi.

Yabancı araştırmacıların Osmanlı`nın başarısındaki sırrı araştırdıklarını kaydeden Budak, özellikle Japonlar`ın bu konuda yoğun bir çalışma içinde olduklarını belirtti. Osmanlı Devleti`nin 16. ve 20. yüzyıl arasında Avrasya`nın merkezine hükmettiğini hatırlatan Budak, şunları söyledi:

``Yabancılar Osmanlı arşivleriyle neden ilgileniyor? Osmanlı başarılı bir şekilde hükmetmiş. Osmanlı`nın başarısının neye dayandığını öğrenmek istiyorlar. Osmanlı tarihi konusunda Japonya bir merkez haline geldi.` Araştırmacıların Osmanlı Devleti`nin sosyo ekonomik yapısı, bürokratik organizasyonu ve siyasî işleyişini araştırdıklarını kaydeden Budak, şöyle konuştu: ``Batıda bilgi güce endekslidir, gücün hizmetine verilmek için yapılır. Belki Amerika`da Kürtler konusunda daha fazla çalışma yapılmıştır. Rusya`da Kürdoloji Enstitüsü 19. yüzyılda kurulan bir bölümdür. Bizim kendi sorunumuz; Türkiye`de bu konuda üniversitelerimizde araştırma yoktur.
 

Turk tarihini alt ust edecek iddia
kors@n tarih 24.02.2010, 18:50 (UTC)
 Bize hep "Türkler Anadolu'ya Malazgirt Zaferi'yle girdi" diye öğretildi. Ama arkeoloji böyle söylemiyor. İşte gerçekler...

Prof. Dr. Ekrem Memiş, Türkler'in Anadolu'ya Malazgirt Zaferi'yle girdiği ve bu zaferle Anadolu'nun 1071'de el değiştirdiği iddiasını çürüttü.

Arkeolojik buluntular ve bilgi, belgeler Anadolu'ya 1071 Malazgirt Zaferi'yle girilmediğini ortaya çıkardı. Anadolu'ya Malazgirt Zaferi'yle girildiği yanlışını düzeltmeye çalışan Afyon Kocatepe Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ekrem Memiş, "Anadolu Türkler'in ikinci yurdu değildir. Anadolu Türkler'in anayurdudur. Anadolu'da bundan 8 bin yıl önce de Türk devletinin varlığı belgelerle kendini gösteriyor. Bu yanlış öğrencilere öğretiliyor" dedi.

ÇİVİ YAZILI METİNDEKİ TÜRK KRALI

Bugün Gazetesi'nin haberine göre; Memiş, tezini belgelere dayanarak şöyle anlattı: "Elimizdeki metinler M.Ö.2 bin 200'lere ait bir olayı anlatıyor. Akat Kralı Mezapotamya'dan gelmiş. Fırat nehrini geçmiş ve Anadolu'ya geçmiş. Anadolu'da o zaman küçük küçük şehir devletleri var. Bu küçük şehir devletlerinden 17'si Hatti Kralı Pampa'nın önderliğinde bir araya gelmişler ve Akat Kralı'na karşı vatanlarını korumak için mücadele etmişler.

Bu 17 kraldan biri de çivi yazılı metnin 15. satırında geçen Türki Kralı İlşu-Nail'di. Burada geçen Türki kelimesinin Türk olduğuna şüphe yok. 2 bin yıl da buradan koyduğumuzda 4 bin 250 yıl önce Anadolu'da Türk kavmi olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor."

8 BİN YILLIK GEÇMİŞİ VAR

Memiş, bu Türk krallığının da Hurri isimli bir kavimden geldiğini belirterek, bu kavmin M.Ö. 3. binde yaşadığını ve dillerinin Türkçe ile aynı dil grubuna girdiğini söyledi. Türki krallığını oluşturan grubun bu kavimden geldiğini ileri süren Memiş, çok geriye gidildiğinde kavmin soyunun 6 binlere dayandığını anlattı. Memiş, “2 bin de milattan sonraki dönemi eklediğinde 8 bin yıllık geçmiş ortaya çıkıyor" dedi.

KÜLTÜRLERDE KOPUKLUK YOK

Yazılı metinlerden Hurriler’in geçmişlerinin 3. bine gittiğini kaydeden Ekrem Memiş, “Fakat işin bir de arkeolojik boyutu var. O günden bu güne gelen bir 3 kültür var. İlki neolitik köy kültürü. Onu takip eden 5 binlerde kalkolitik kültür var. Köylerin yerini şehirlere terk ettiği dönem. 3. dönem ise eski tunç çağı. Şehir kültürünün tamamen oluştuğu dönem. Bu üç kültür arasında hiçbir kopukluk yok. Bu kopukluğun oluşmaması kavmin değişmediğine işaret ediyor” dedi.

TÜRK ADINI TAŞIYAN iLK DEVLET: TURKiLER

Ekrem Memiş, Huriler'in Anadolu'nun doğu bölgelerinde yaşayan en eski sahiplerinden biri olduğunu ve Anadolu'nun Türkün ikinci vatanı olmadığı, hatta anayurdu olduğunu söyledi. Göktürk Devleti'nin de ilk Türk adını taşıyan devlet olduğu tezini de çürüten Memiş, Hureler'in devamı olan ve M.Ö. binlerde yaşayan Türki Krallığı'nın Türk adını taşıyan ilk devlet olduğunun altını çizdi.

YETKİLİLER KULAK VERSİN

"Türk tarihini Hunlar'la başlatıyoruz. Hunlar Orta Asya'da büyük bir devlet kurmuşlar ama ilk değiller. Yetkililerin bu serzenişe kulak vermesi gerek. Çocuklarımıza yanlış bilgiler veriyoruz. Biz buralara sonradan gelmedik. Hep vardık. Bu toprakların o tarihlerden bu yana bizim olduğu gerçeğini görmezlikten gelemeyiz. Ders müfredatlarına bunlar işlenmeli" diyen Memiş, yeni araştırmaları gözden geçirmek gerektiğini belirtti.
 

<- Geri  1  2  3  4  5 Devam -> 
 
  • Burdasin: Ana Sayfa
    Bugün: 79
    Tıklama: 120
    Çevrimiçi:
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol